Bu mektûb,
hâce Muhammed Hâşime (rahmetullahi teâlâ aleyh) yazılmışdır.
Eshâb-ı kirâmın üstünlüklerinin nasıl olduğunu ve tarîkat-i aliyye-i Nakşibendiyyede riyâzet çekilmesi olmadığını ve bu yolun niçin hazret-i Ebû Bekre bağlı olduğunu ve bir Peygamberin vilâyetindeki sâliki, başka bir Peygamberin vilâyetine geçirmeği ve gömleğin önü açık olmalı mı yoksa olmamalı mı ve kelime-i tevhîd ve zikri ve birkaç edebi bildirmekdedir. (1)
Allahü
teâlâya hamd olsun! Onun çok sevdiği Peygamberine salât ve selâm
olsun! Din ve dünyâ seâdetinize düâ ederim!
Kardeşim, Muhammed Hâşim Mîr seyyid Muhibbullahın
mektûbunda da bildirdiğiniz sorulara, bildiğim kadar cevâb yazarak
gönderiyorum:
Süâl 1:
Allahü teâlâya yaklaşmak için, Fenâ-fillah ve Bekâ-billah
ve Cezbe ile Sülûk makâmlarının hepsini geçmek lâzımdır.
Eshâb-ı kirâm, mahlûkların en
iyisinin (s.a.v.) sohbetinde bir kerre
bulunmakla, bütün ümmetin Evliyâsından dahâ üstün oldular. Acabâ bütün
bu Seyr ve Sülûk ve Fenâ ve Bekâ, bunlarda bir sohbetde mi hâsıl oldu?
Yoksa, bu bir sohbet, seyr ve sülûkun ve fenâ ve bekânın hepsinden dahâ
mı üstün idi?
Eshâb-ı kirâmın Fenâ ve Bekâları,
O hazretin (s.a.v.) teveccühü ve tesarrufu
ile mi idi? Yoksa, yalnız müslimân olmakla mı idi? Bunlar sülûk ve
cezbe
hâllerini ve makâmlarını biliyorlar mı idi? Yoksa, bilmiyorlar mı idi?
Eğer biliyorlar idi ise, bu hâllere ve makâmlara ne isim vermişlerdir?
Eğer
onlarda sülûk ve cezbe yolları yokdu denirse, bu tarîkatlerin bidat-i
hasene olmaları lâzım gelmez mi?
Cevâb
1: Bu güc sorularınızı cevâblandırmak, yazmakla olmaz.
Bir arada bulunmak, uzun zemân hizmet etmek lâzımdır. Bu kadar zemân
içinde
kimsenin söylemediği şeyleri bir defada söylemek ve bir kalemde yazmak
kolay olur mu sanıyorsunuz? Fekat, sorduğunuz için, cevâbsız bırakmak
da
olamaz. Elimden geldiği kadar bunu çözmeğe çalışacağım, iyi dinleyiniz!
Fenâ ve Bekâ ve Sülûk ve Cezbe ile olan yaklaşmağa (Kurb-i vilâyet) denir. Bu ümmetin evliyâsı, bu yaklaşmak ile şereflenmişlerdir. Eshâb-ı kirâmın, Hayr-ül-enâmın sohbetinde (s.a.v.) kavuşdukları yakînlik ise, (Kurb-i nübüvvet)dir. Resûlullaha uyarak ve Ona vâris olarak kavuşmuşlardır. Böyle yaklaşmakda, ne Fenâ vardır, ne Bekâ ve ne Cezbe vardır, ne de Sülûk. Bu kurb, vilâyet kurbundan katkat dahâ yüksek ve üstündür. Çünki bu kurb, asla yaklaşdırır. Vilâyet kurbu ise, zılle, gölgeye yaklaşdırır. Ne kadar başka olduklarını buradan anlamalıdır. Fekat, herkesin anlayışı bu marifetin tadını alamaz. Nerde ise, bu ümmetin yüksekleri de, bu marifeti anlamakda, câhiller gibi kalırlar.
Fârisî
beyt tercemesi:
Ebû Alî Sînâ kalenderlik yapsaydı,
Kalenderlerin hepsi sofî olurlardı.
Evet, eğer
Peygamberlik kurbunun kemâllerine, vilâyet kurbu yolundan
çıkılırsa, o zemân Fenâ, Bekâ, Cezbe ve Sülûk lâzım olur. Çünki,
vilâyet
kurbunda yükselmek için, bunlar lâzımdır. Fekat, Vilâyet yolundan
gidilmeyip,
Peygamberlik kurbunun caddesi seçilirse, Fenâ, Bekâ, Cezbe ve Sülûk hiç
lâzım değildir. Eshâb-ı kirâm, nübüvvet kurbunun caddesinden
ilerlediler.
Bunun için, Cezbe, Sülûk, Fenâ ve Bekâ, bunlara hiç lâzım olmadı. Bu
marifeti,
mevlânâ Emânullaha yazılan mektûbda da arayınız! Bu fakîr,
mektûblarımda
ve kitâblarımda, hâlimin sülûk ve cezbenin ötesinde ve tecellîlerin,
zuhûrların
ötesinde olduğunu yazmışdım. O yazılarımda, işte bu (Nübüvvet kurbu)nu
bildirmişdim. Hâcem hazretlerinin hizmetlerinde iken, bu devlet hâsıl
olmuşdu.
Bunu hâce hazretlerine şöyle bildirmişdim: Bende öyle bir hâl hâsıl
oldu
ki, o hâlin karşısında, (Seyr-i enfüsî), (Seyr-i âfâkî)gibi oldu. Bu
hâlimi
bildirmek için bu kelimelerden başka söyliyecek birşey bulamadım. Bu
şaşılacak
hâlim, seneler geçdikden sonra, yerleşmeğe, anlaşılmağa başlayınca,
kısaca
yazmağa kalkışmışdım. Bu nimeti ihsân eden Allahü teâlâya hamd olsun!
Allahü teâlâ ihsân etmeseydi, biz bunu bulamazdık. Rabbimizin
Peygamberleri
doğru olarak gönderilmişlerdir.
Yukarıda bildirdiklerimizden anlaşılıyor ki, Fenâ ve Bekâ ve Cezbe ve Sülûk ismleri sonradan konulmuşdur. Meşâyıhın meydâna çıkardıkları kelimelerdir. Mevlânâ Câmî (aleyhirrahme) (Nefehât) kitâbında yazıyor ki, (Fenâ ve Bekâ kelimelerini ilk olarak kullanan Ebû Sa'îd-i Harrâzdır (kuddise sirruh�).
Süâl 2:
Tarîkat-ı aliyye-i Nakşibendiyyede sünnete uyulur. Hâlbuki
O Server (s.a.v.) şaşılacak riyâzetler ve
sıkıntılı açlıklar çekdi. Bu yolda ise, riyâzetleri yasak etmişlerdir.
Hattâ riyâzetler, sûretlerin, görüntülerin keşflerine sebeb olduğu
için,
zararlı olduklarını bildirmişlerdir. Sünnete uymakda zarar
bulunabileceğini
düşünmek, şaşılacak birşey değil midir?
Cevâb
2: Sevgili kardeşim! Riyâzetler çekmenin bu yolda yasak
olduğunu yazıyorsunuz. Riyâzetlerin bu yolda zararlı bilindiğini nerede
işitdiniz? Bu yolda, nisbeti hep korumak ve sünnet-i seniyyeye uymak
(alâ
sâhibihessalâtü vesselâmü vettehıyye) ve hâllerini örtmeğe çalışmak ve
orta hâlli yaşamak ve yiyecekde, giyecekde ve herşeyde orta hâli
gözetmek
vardır. Bunların hepsi, riyâzât-i şâkka ve mücâhedât-i şedîdedir.
Câhiller
bunları riyâzet saymazlar. Mücâhede bilmezler. Bunlara göre, riyâzet ve
mücâhede, yalnız açlık çekmekdir. Çok aç kalmağı pek kıymetli sanırlar.
Çünki, hayvanlar gibi yaşayan bu kimseler, yimeğe, içmeğe çok önem
verirler.
Hep bunları düşünürler. Bunun için, yememek, içmemek bunlara ağır
riyâzet
görünür ve sıkı mücâhede olur. Bu câhiller, nisbetin hep korunmasına ve
sünnete uymağa (alâ sâhibihessalâtü vesselâmü vettehıyye) ve
benzerlerine
hiç kıymet vermezler. Bunun için, bunları yapmamağı çirkin görmezler.
Yapmağa
çalışmağı da riyâzetden saymazlar. Görülüyor ki, bu yolun büyüklerine,
hâllerini örtmeğe çalışmak ve câhillerin kıymet verdikleri riyâzetleri
yapmamak lâzımdır. Böyle riyâzetleri
câhiller beğenirler. Aralarında
yayılarak
şöhrete ve âfete sebeb olur ve sonu kötü olur. Resûlullah, (Dinde ve dünyâda
parmakla gösterilmesi, insana kötülük olarak yetişir. Bundan ancak
Allahü
teâlânın koruduğu kimse kurtulur) buyurdu.
Bu fakîre göre, uzun açlıklar çekmek, yemekde ve içmekde orta dereceyi gözetmekden çok dahâ kolaydır. Pek hafîf olur. Orta hâli gözetmek riyâzetinin, çok aç kalmak riyâzetinden dahâ üstün olduğu meydândadır. Yüksek babam (kuddise sirruh) buyurdu ki, (Sülûkü anlatan bir kitâbda görmüşdüm. Maksada kavuşmak için, yimekde, içmekde orta dereceyi gözetmek yetişir. Bunu gözetince ayrıca zikr ve fikr lâzım olmaz). Sözün doğrusu da budur. Yiyecekde, giyecekde ve her işde orta dereceyi gözetmek çok iyidir.
Fârisî
beyt tercemesi:
Ağzından taşacak kadar çok yime,
Açlıkdan ölecek kadar az yime!
Hak teâlâ, Peygamberimize (s.a.v.) kırk erkek kuvveti ihsân eylemişdir. Bu kuvveti ile ağır açlıklara dayanırdı. Eshâb-ı kirâm da, insanların en iyisinin sohbeti yardımı ile (aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâmü vettehıyye) bu yüke katlanırlardı. Bu yüzden işlerinde ve çalışmalarında hiçbir bozukluk ve gevşeklik olmazdı. Aç iken muhârebede düşmana öyle güclü saldırdılar ki, tok olanlar bunun onda birini yapamazlardı. Bunun içindir ki, sabr eden yirmi kişi, ikiyüz kâfire gâlib gelirdi. Yüz kişi de, bin kişiye galebe çalardı. Eshâb-ı kirâmdan başkaları, öyle aç kalsalar, edebleri ve sünnetleri yapamaz olurlar. Belki çok olur ki, farzları yapamaz hâle gelirler. Gücü yok iken, bu işde Eshâb-ı kirâma benzemeğe kalkışmak, kendini sünnetleri ve farzları yapamıyacak hâle sokmak olur. İşitdiğimize göre, Ebû Bekr-i Sıddîk (r.a.) O Server gibi (s.a.v.), hergün oruc tutmak istedi. Zayıfladı, tâkati kalmadı. Birgün yere yıkıldı. O Server (s.a.v.) buna üzülerek, (İçinizde benim gibi kim vardır? Rabbimin huzûrunda kalırım. Oradan yirim ve içerim) buyurdu. Görülüyor ki, gücü yetmediği şeyi yapmağa kalkışmak iyi değildir.
Eshâb-ı
kirâm, insanların en iyisi kadar (s.a.v.) açlığa dayanamadılar ise de,
onun sohbetinin yardımı ile uzun
açlıkların zararlarından korunmuş idiler. Başkaları, onlar gibi
korunmuş
değildirler. Bunu şöyle açıklarız:
Açlığın
böyle zararı da bulunduğu için, bu yolun büyükleri açlıkla riyâzet
çekmek yolunu tutmamışlar, yimekde, içmekde,
orta dereceyi gözetmek riyâzetine, tâm ortada kalmağa çalışmak
mücâhedesine
sarılmışlardır. Açlığın bu büyük tehlükesine düşmemek için,
fâidelerinden
de, vaz geçmişlerdir. Başkaları, açlığın fâidelerini düşünerek,
zararlarını
göremediler. Açlık çekmeği emr etmişlerdir. Aklı olanlar, bir zarardan
kurtulabilmek için, birçok fâidelerin bırakılacağını söylemişlerdir.
İslâm
âlimlerinin, (Bir
işin sünnet veyâ bidat olduğu anlaşılamasa, bidati
yapmamak, sünneti yapmakdan dahâ iyidir) sözleri de, akl
sâhiblerinin bu
sözlerine benzemekdedir. Çünki bu iş, bidat ise zararlıdır. Sünnet ise,
fâideleri vardır. Zararlı olabileceğini, önde tutmuşlar, bidat
olabileceği
için bu işi yapmamalıdır buyurmuşlardır.
Açlıkla riyâzet çekmek sünnetinin başka yoldan da zarar getirebileceği, şaşılacak birşey olmaz. Bu sözle demek istiyoruz ki, bu sünnet, yalnız Eshâb-ı kirâm için olabilir. O zemân için olması, çok ince ve örtülü bildirilmiş olduğu için, tesavvufcuların çoğu bunu anlıyamamış, kendileri de, böyle riyâzet yapmışlardır. Birçoğu ise, bunun o zemân için olduğunu anlıyarak, kendileri yapmamışlardır. Herşeyin doğrusunu ancak Allahü teâlâ bilir.
Süâl 3:
Bu yolun büyüklerinin kitâblarında yazıyor ki: (Bizim
nisbetimiz, hazret-i Ebû Bekre bağlanmakdadır. Başka yollar böyle
değildir).
Yolların çoğu, imâm-ı Cafer-i Sâdıka bağlanmakdadır. Bu İmâm da,
hazret-i
Sıddîka bağlıdır. Başka yollar da, hazret-i Sıddîka bağlanmış
olmuyorlar
mı?
Cevâb 3: İmâm-ı Cafer-i Sâdık k.s. hazretleri, hem hazret-i Sıddîka, hem de hazret-i Emîre bağlıdır (radıyallahü teâlâ anhümâ). Kendisinde bu iki nisbet birleşmiş olduğu hâlde, her iki nisbetin kemâlleri ayrı ayrı idi. Birbirleri ile karışmamış idi. Birçokları, İmâm hazretlerinden, hazret-i Ebû Bekrin (r.a.) nisbetini aldı. Bunların yaradılışları Sıddîka uygundu. Yaradılışları hazret-i Emîre uygun olanlar da, hazret-i Emîrin nisbetini aldılar. Hazret-i Emîre bağlandılar. Bir aralık, Benâris gölünün yanına gitmişdim. Kenk ve Çemen nehrleri bu göle akmakda idi. Her iki nehrin sularının gölde hemen karışmadıkları görülüyordu. Sanki araları bir perde ile ayrılmışdı. Kenk nehrinin akdığı tarafda bulunanlar, bu nehrden gelen suyu içiyorlardı. Çemen nehrinin akdığı tarafda bulunanlar da, Çemen suyundan içiyorlardı.
Hâce Muhammed Pârisâ hazretleri k.s., (Risâle-i kudsiyye) kitâbında buyuruyor ki, hazret-i Alî, Peygamberlerin sonuncusundan (s.a.v.) terbiye gördüğü gibi hazret-i Sıddîkdan da yetişmişdir. Bunun için, hazret-i Alînin nisbeti, hazret-i Sıddîkın nisbetinden başka değildir denilirse, evet nisbetleri başka olmasa da, birçok incelikleri bulunduğu yerlere göre, birbirlerinden ayrılırlar. Tek bir su, bulunduğu yerlere göre, başka başka özellikler aldığı gibi, ikisinden herbirine, ayrı incelikleri bakımından, ayrı bir tarîkat bağlanmış olabilir.
Süâl 4:
Molla Muhammed Sıddîka yazılan mektûbda, yaradılışı,
Vilâyet-i Mûsevîye uygun olan bir tâlibin, rehberi tarafından Vilâyet-i
Muhammediyyeye getirildiği hiç işitilmemişdir deniliyor. Büyük oğlunuza
yazılan mektûbda ise, sizi Vilâyet-i Mûsevîden Vilâyet-i Muhammedîye
getirdiler
deniliyor. Bu nasıl olur?
Cevâb 4: Molla Muhammed Sıddîkın (rahmetullahi teâlâ aleyh) mektûbunda, Vilâyet-i Mûsevîden Vilâyet-i Muhammediyyeye geçirilmiş olduğu işitilmemişdir denilmekdedir. Bunu yazarken, geçirildiği bilinmiyordu. Bunu bildirdiklerinden sonra ve geçirmeğe kudret verdiklerinden sonra, sizi o vilâyetden bu vilâyete geçirdiler diye yazıldı. Bu iki mektûb, başka zemânlarda yazılmış oldukları için, birbirlerinin zıddı olmazlar.
Süâl 5:
Buradaki sôfîler, önü açık antârî giyiyorlar. Antârînin
önü açık olması sünnetdir diyorlar. Hazret-i Mîrin adamları ise, yakası
halkalı, kapalı yapıyorlar. Bunun doğrusu hangisidir?
Cevâb 5:
Biz de bunu iyi bilemiyoruz.
Bu fakîre göre, doğrusu şöyle görünüyor ki,
erkeklerin kadın elbisesi
giymeleri yasak olduğu için, kadınların önü açık antâri giydikleri
yerde,
erkekler, kadınlara benzememek için, yakası kapalı giymelidirler.
Mâverâ-ün-nehrde
ve Hindistânda kadınlar, önü açık antâri giymekdedir. Erkeklerin,
yakası
kapalı giymeleri lâzım olmakdadır. Meyân şeyh Abdülhak-ı Dehlevî
(rahmetullahi
teâlâ aleyh) dedi ki,
-Ben Mekkede iken şeyh Nizâm-ı Narnûlînin talebesinden
biri, yakası kapalı antâri ile tavâf ediyordu. Arablardan çoğu, onun
kadın
antârisi giymiş olduğunu görünce şaşırdılar.
Görülüyor ki, âdete göre
hem arablar doğrudur, hem de Hindistân ve Mâverâ-ün-nehr erkeklerinin
giydikleri
doğrudur. Bekara sûresi yüzkırksekizinci âyetinde meâlen, (Allahü
teâlâ,
herkesin yüzünü bir tarafa çevirir) buyuruldu. Önü açık antâri giymek
sünnet
olduğu iyi bilinseydi, Hanefî âlimleri, gayri müslimlerin böyle
giymelerine izn
vermezler, yalnız din adamlarının ve ilm sâhiblerinin giymelerini
bildirirlerdi.
Bu elbisede kadınlar başda geldikleri için, erkeklerin elbiselerini
kadınların
elbiselerine benzetmemeleri uygun görülmüşdür.
Süâl 6:
Bu yolun tâlibleri, başlangıçda, tâm ehadiyyeti arıyorlar.
Kelime-i tevhîdi söylemek bunlara nasıl uygun olur? Çünki, tapınacak
birşey
yokdur derken, Ondan başkaları düşünülmekdedir.
Cevâb 6: Ondan başkalarının düşünülmesi, ehadiyyete bağlanmayı düzeltmek ve terbiye etmek içindir. Başkalarına tapılamıyacağını söylemek, Ona bağlı kalabilmek içindir. Yok etmek için başkalarını düşünmek, bir varlığa bağlanmağa uygunsuz olmaz. Bir varlığa bağlanmağa uygun olmıyan, başkalarına bağlanmakdır. Yok etmek için, onları düşünmek değildir. Bu ikisini birbirine karışdırmamalıdır.
Süâl 7:
Bu yolda yeni başlıyanların ağızları ile söyledikleri
zikri, kalbleri de söylemekdedir. Kelime-i tevhîd ile zikr ederken,
kalb
de bunun hepsini söyliyor mu, söylemiyor mu? Kalb de hepsini
söyliyorsa,
(Lâ) derken yukarıya doğru, (İlâhe) derken, sağa doğru söylemek
nedendir?
Cevâb 7: Eğer kalb, (LÂ İLÂHE İLLALLAH) kelimesinin hepsini söylerse, niçin bu kusûr olsun? (LÂ) derken, hayâli ile, göbekden yukarı doğru söyler. (İLÂHE) derken, yukardan [göğsün] sağına doğru, (İLLALLAH) derken sağdan kendine doğru söyler. Yâhud, bu kelimeleri, bu üç tarafa doğru hayâli ile götürür. Ağzı ile birşey söylemez. Böylece, kalbin ağız ile birlikde olması şartı ortadan kalkar. Sizin bu son iki süâliniz, Fahreddîn-i Râzînin şübhelerine benzemekdedir. İyi düşünseydiniz, sormanıza hâcet kalmazdı.
EK: Son olarak, şunu da bildirelim ki, oradaki kardeşlerimiz arka arkaya yazarak, Mîr hazretlerinin bu günlerde talebeyle az çalışdığını, ev yapdırmakla uğraşdığını, eline geçenleri ev yapmağa harc etdiğini, talebenin, kendisinden fâidelenemediğini bildiriyorlar. Bunları öyle yazmışlar ki, beğenmedikleri, istemedikleri anlaşılmakdadır.
İyi biliniz ki, bu yola bağlı olanları beğenmemek, öldürücü zehrdir. Bu büyüklerin sözlerine, işlerine karşı gelmek, insanı sonsuz felâkete götürür. Uçuruma sürükler, hele kendi rehberini beğenmez, ona karşı gelirse, üstâdını incitirse, neye varacağını düşünmelidir! Bu büyüklere inanmıyanlar, bunların bereketlerine kavuşamaz. Bunlara karşı gelenler, her zemân ziyân eder, aldanır. Rehberin �rahmetullahi teâlâ aleyh� her işi, her sözü iyi ve güzel görünmedikce, onun yüksekliklerinden hiçbirine kavuşamaz. Eline birşeyler geçerse, istidrâc olup, sonu yıkım ve çöküntü olur. Üstâdına aşırı sevgisi ve bağlılığı olmakla berâber, içinde ona karşı kıl kadar bir beğenmemek bulunursa, bunu kendi için felâket, yıkım bilmelidir. Onun üstünlüklerinden hiçbirine kavuşamıyacağını anlamalıdır.
Rehberin
işlerinden birini beğenmezse ve bundan kendini kurtaramazsa,
karşı gelmiş olmıyacak bir yol ile, kendisinden bunu sormalı, inanmamış
görünmemelidir. Bu zemânda, doğru ile yanlış, iyi ile kötü birbirleri
ile
karışıkdır. Rehberin ara sıra, islâmiyyete uymıyan birşey yapdığını
görürse,
kendisi bunu yapmamalı, iyi gözle bakarak, islâmiyyete uygun görmeğe
çalışmalı,
iyi tarafını aramalıdır. İyi ve uygun yerini bulamazsa, bu belâdan
kurtulmak
için, Allahü teâlâya yalvarmalıdır. Üstâdının bundan kurtulması için,
ağlıyarak,
düâ etmelidir. Üstâdının mubâh olan birşeyi yapmasından şübheye
düşerse,
bu şübheye kıymet vermemelidir. Herşeyin sâhibi olan
Allahü teâlâ, mubâh
şeyleri yasak etmemiş, beğenmemezlik etmemiş iken, başkası,
kendiliğinden
nasıl karşı gelebilir. Çok yer
vardır ki, birşeyin dahâ iyisini yapmamak,
yapmakdan dahâ iyi olur. Hadîs-i şerîfde (alâ
sâhibihessalâtü vesselâm),
Mîr hazretlerinin kabz hâli, sıkıntılı hâli çok olduğu için, böyle zemânlarında, talebesi ile uğraşamayıp da, birkaç mubâh işle kendini avutmak isterse, buna karşı durmak doğru olur mu? Abdüllah-i Istahrî hazretleri, böyle zemânlarında, av köpekleri ile birlikde, ormana ava giderdi. Büyüklerden birçoğu da, böyle zemânlarda, simâ ve nağme dinlemekle kendilerini avuturlardı. Doğru yolda olanlara ve Muhammed Mustafânın izinde gidenlere selâm olsun (aleyhi ve alâ âlihissalevâtü vetteslîmâtü etemmühâ ve ekmelühâ)!