İkiyüzaltmışaltıncı mektûbu, üstâdı Muhammed Bâkî-billah 'k.s.' hazretlerinin iki oğlu, hâce Ubeydüllah ve hâce Abdüllaha yazmışdır.
İlhâm ve firâset yolu ile, mubârek kalbine doğan, (İlm-i kelâm) akîde ya'nî i'tikâdından ba'zısını bildirmekdedir.
Allahü teâlâya hamd olsun. Bütün düâlar ve iyilikler, Onun Peygamberi ve sevgilisi ve bütün insanların her bakımdan en güzeli ve en üstünü olan Muhammed Mustafâya 's.a.s' ve Onu sevenlerin ve izinde gidenlerin hepsine olsun! Allahü teâlâ, siz yüksek hocamın kıymetli yavrularını da, se'âdet-i ebediyyeye kavuşdursun!
Yüksek üstâdımın, beni dünyâ ve âhıret ni'metlerine kavuşduran kıymetli hocamın sevgili yavruları! Biliniz ki, herşeye muhtâc olan bu zevallı kardeşiniz, tepeden tırnağa kadar, o yüksek babanızın sadakaları ve ihsânları içinde yüzüyorum. İnsanlığın elifbâsını ondan öğrendim. Yükseklikleri haber veren kelimeleri ondan okudum. Herkesin, senelerce çalışarak kazanabildiği dereceler, onun huzûrunda, terbiyesi altında, az zemânda elime geçdi. İnsanlara meziyyet, üstünlük veren bütün kıymetler, ona hizmetimin ikrâmiyesi olarak üzerime serpildi. Hiçbir işe yaramıyan ve insanlıkdan haberi olmıyan bu zevallı, onun nûrlu bakışları altında, ikibuçuk ay içinde olgunlaşarak, büyüklerin yoluna katıldı. Onların Allahü teâlâya olan yakînliklerine kavuşdu. Böyle az bir zemânda, tesavvufu tadmış olanların, tecellîler, zuhûrlar, nûrlar, hâller ve keyfiyyetler diye anlatmak istedikleri gizli kazançlar, babanızın parlak kalbindeki deryânın damlaları olarak, önüme saçıldı. Bunlardan hangi birini anlatayım. Onun, lutf ederek, acıyarak mubârek gönlünü bu fakîre çevirmesi ile, tesavvufcuların tevhîd, yakınlık, berâberlik, ihâta, sereyân gibi sözlerle, anlatmak istedikleri ma'rifetlerden, ince bilgilerden ele geçmiyen, hemen hemen birisi kalmadı. Bunların içlerinden, özlerinden bildirilmedik bırakılmadı. Vahdet-i vücûd dedikleri, herşeyde Allahü teâlânın kemâlâtını görmek ve vahdetde kesreti bulmak, bu ince bilgilerin başlangıcıdır. İslâm büyüklerinin erişdiği, tanıdığı bilgileri, kelime kadrosu ile anlatmağa kalkışmak, câhillik ve ahmaklık olur. Bunların kavuşdukları, yetişdikleri dereceler çok yüksekdir. Anladıkları, edindikleri bilgiler ve zevkler çok incedir. Her bilgi satanın, büyük ve önder sanılanların yetişeceği, yanaşacağı yer değildir.
O çok yüksek babanızın, bu zevallıya olan ni'metlerine, ihsânlarına karşı, ölünciye kadar, başımı kapınız hizmetçilerinin ayaklarına sürsem, size karşı birşey yapmış olamam. Hangi kusûrumu bildireyim? Mahcûbiyyetimden, yüzümün karasından hangisini meydâna çıkarayım? Allahü teâlâ, Hüsâmeddîn Ahmedden râzı olsun ki, sizlere karşı olan vazîfemizi, borcumuzu üzerine alarak, kapınıza kul olmakla, hizmetinizde çalışmakla şereflenmekde, böylece râhat nefes almamıza sebeb olmakdadır.
Fârisî beyt tercemesi:
Vücûdümün her zerresi dile gelse de;
Şükrünün binde birini yapamam yine!
O kıymetler hazînesinin, kapısının
eşiğini öpmekle üç def'a
şereflenmişdim.
Üçüncüsünde buyurdu ki:
- Za'îf düşdüm. Yaşamak ümmîdim azaldı. Benden
sonra,
çocuklarımı gözet!.
Sizleri getirdiler. O zemân dahâ küçük
idiniz.
Kucakda
taşınıyordunuz. Size teveccüh etmemi, emr buyurdular. Emrlerine uyarak,
yüksek huzûrlarında, üzerinize o kadar teveccüh olundu ki, te'sîri
görünüverdi.
Sonra,
-Bunların annelerine de, uzakdan teveccüh et!buyurdular.
Yanımızda
olmadığı hâlde, onlara da teveccüh olunmuşdu. Emrleri ile ve
huzûrlarında
olduğu için, o teveccühlerin çok fâideler sağlıyacağını ümmîd ediyorum.
Babanızın, herhâlde yapılması lâzım gelen emrlerini ve herne behâsına
olursa olsun yerine getirilmesi gereken vasıyyetlerini unutacağımı veyâ
dalgınlığıma geleceğini sanmayınız! Buna imkân olur mu? Ufak bir
işâretinizi
bekliyorum. Şimdilik, birkaç satır nasîhat yazıyorum. Cân kulağı ile
dinleyiniz!
Cenâb-ı Hak, ikinizi de, se'âdet-i ebediyyeye kavuşdursun!
Her müslimânın, önce i'tikâdını düzeltmesi, ya'nî Ehl-i sünnet vel-cemâ'at âlimlerinin 'rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma'în' bildirdikleri gibi, inanması lâzımdır. Durmadan, yılmadan çalışan o âlimlere, Allahü teâlâ, bol bol mükâfat versin! Cehennemin ebedî azâbından kurtulan, yalnız bunlar ve bunların izinde gidenlerdir. Bunların bildirdiği i'tikâdlardan unutulmakda olanları anlatacağım:
Allahü teâlâ, kendi Zâtı ile vardır. Ondan başka herşey, Onun var etmesi ile, var olmuşdur. Kendisi ve sıfatları ve işleri yegânedir, birdir. Varlıkda, şerîki, ortağı olmadığı gibi, hiçbir bakımdan benzeri yokdur. Benzerlik yalnız ismde ve kelimelerdedir. Onun sıfatları da, işleri de, kendi gibi, akl ile anlaşılmaz ve anlatılamaz ve insanların sıfatlarına, işlerine, hiç benzemez ve uymaz.
Bunlardan biri, ilm sıfatıdır, ya'nî Allahü teâlâ bilicidir. Bu sıfatı da, kendi gibi kadîmdir. Ya'nî sonradan olma değildir. Hep vardı ve basît. Bildiği şeyler değişmekde, her değişmeyi bilmekdedir. Fekat, ilminde ve ilminin bu şeylere bağlanmasında, bir değişiklik olmaz. Birbirine benzeyen ve benzemiyen hâlleri ile, hem büyüklerini, hem de ufak zerrelerini, herbirini kendi zemânında olarak bir anda bilmekdedir. Meselâ, bir kimsenin hem varlığını, hem yokluğunu, hem doğmadan evvelki hâllerini, çocukluğunu, gençliğini, ihtiyârlığını, diri olmasını ve ölü olmasını, ayakda, oturmakda, dayanmakda, yatmakda, gülmekde, ağlamakda, neş'e ve lezzetde, derd ve kederde, izzet ve kıymetde, zillet ve aşağılıkda, mezârda, kıyâmetde ve mahşer yerinde ve meselâ Cennetde ni'metler içinde olduğunu, hep bir ânda ve bir hâlde bilmekdedir. Ne ilminde, ne de ilminin bu şeylere bağlanmasında bir değişiklik olmaz. Değişiklik olsa, zemânın da, değişmesi olur. Hâlbuki orada, ezelden ebede kadar, parçalanamıyan bir ân vardır. Dahâ doğrusu, Allahü teâlâ, zemânlı değildir. Öncelik ve sonralık yokdur. İlmi herşeye yetişir dersek, herşeyi bir bilmekle ve ilmin bunlara bir bağlanması ile biliyor. Bu bir bilgi ve bir bağlantı da, aklın eremiyeceği bir bağlanmakdır. Bunu akla anlatabilmek için, şu misâli uygun buluyorum: İnsan, bir kelimenin çeşidli hâllerini, birbirine benzemiyen şekllerini bir ânda düşünebilir. Bir kelimeyi, bir ân içinde, hem ism, hem fi'l, hem harflerin kümesi, hem mâdî, hem müstakbel, hem emr, hem men', hem edatlı, hem edatsız, hem müsbet, hem menfî bilebilir. Çeşidli şeklleri bir ânda, kelimede ayrı ayrı görüyorum diyebilir. Bir insanın, ilminde ve hattâ görmesinde, ters ve çeşidli hâlleri bir araya toplaması, mümkin olunca, Allahü teâlânın ilminde neden mümkin olmasın? Hem de Onun ilminde iki zıddın, bir arada bulunması görünüşdedir. Yoksa, orada zıdlık yokdur. Meselâ, bir kimseyi, bir ânda, hem var, hem yok bilir. Fekat, yine o ânda onun varlığını, meselâ hicretden bin sene sonra ve birinci yokluğunu, bu varlıkdan evvel, ikinci yokluğunu da meselâ, varlığından yüz sene sonra olarak bilmişdir. O hâlde, arada zıdlık yokdur. Zîrâ, varlığın ve yokluğun zemânları başkadır. İşte Allahü teâlâ, ayrı ayrı, başka başka, zerreleri bir ânda biliyorsa da, ilminde değişmek olmuyor. Felsefecilerin zan etdiği gibi, ilm sıfatında sonradan birşey hâsıl olmuyor. Çünki birşeyin bilgisi, evvelki şeyin bilgisinden sonra hâsıl olmuyor ki, ilmde değişiklik olsun. Herşeyi bir ânda bildiğinden, ilminde değişiklik ve yenilik hâsıl olmaz. O hâlde, ilmde değişiklik olmadığını anlatmak için, ilm, eşyâya, çeşidli bağlantılarla bağlanmışdır demek ve bunların değişdiğini söylemek lüzûmsuzdur. Nitekim felsefecileri susdurmak için, ba'zı büyüklerimiz böyle söylemişdir. Bu bağlantıların, eşyâya bağlanmasında değişiklik olur denirse yerinde olur.
Allahü teâlânın sıfât-ı sübûtiyyesinden biri, Kelâm sıfatıdır. (Kelâm sıfatı), ya'nî söylemesi de, bir basît kelimedir ki, ezelden ebede kadar, hep o bir kelâm ile söyleyicidir. Bütün emrler, bütün yasaklar, bütün bildirilen şeyler, bütün süâller, bütün dilekler, hep o bir kelâmdır. Gönderdiği bütün kitâblar ve sahîfeler, hep o bir basît kelâmdandır. Tevrât ondan meydâna gelmiş, Kur'ân-ı kerîm, ondan nâzil olmuş, inmişdir.
Allahü teâlânın bütün yaratdıkları,
yapdıkları da, bir fi'l, bir
yapışdır
ki, ilk yaratdığından, sonsuza kadar yaratmaları, hep o bir fi'l ile
var
olmakdadır. (Bir göz
kırpacak zemânda herşeyi yapdık) meâlindeki âyet-i
kerîme, bunu gösteriyor. Hayât vermesi ve öldürmesi, hep o bir fi'l
iledir.
Yaratması ve yok etmesi de o fi'ldendir. Fi'linde de çeşidli
bağlantılar
yokdur. Bir te'alluk ile ilk ve sonradaki herşeyi kendi zemânlarında
yaratıyor.
Akıl, onun fi'lini anlıyamıyacağı gibi, fi'lin bağlanmalarına da
erememekdedir.
Aklın oraya yolu yokdur.
Ehl-i sünnet âlimlerinden, Ebül-Hasen-i Eş'arî bile, Allahü teâlânın fi'lini anlıyamıyarak, tekvîn sıfatına, ya'nî yaratmasına sonradan olma hâdisdir, dedi. Ya'nî herşeyi yapması, yapdığı zemân meydâna geliyor dedi. Hâlbuki, her zemân yapılan işler, ezeldeki fi'lin eserleri, meydâna çıkmalarıdır. Yoksa, fi'linin kendisi değildir. Tesavvuf büyüklerinden, fi'llerini görüyoruz, ya'nî Tecellî-i ef'âle kavuşduk diyenler de, böyle yanılıyor. Herşeyde, Allahü teâlânın fi'lini görüyoruz sanıyorlar. Hâlbuki, o tecellîler, görünenler, fi'lin kendisi değil, eserleridir. Zîrâ, Allahü teâlâ, görülemediği gibi, fi'li de görünmez, his olunamaz, düşünülemez ve akl ile anlaşılamaz. Onun fi'li de, bütün sıfatları da kadîmdir. Sonradan olma değildirler. Kendisi ile hep vardırlar. Onun fi'line (Tekvîn) denir, mahlûkât aynasına yerleşmez ve görülmez.
Fârisî beyt tercemesi:
Dar olan, şekl ve sûret kabına ma'nâ nasıl sığar?
Dilenci kulübesinde sultânın ne işi var?
Bu fakîre göre 'kaddesallahü teâlâ
sirrehül'azîz', Allahü teâlânın
kendi
tecellîsi olmaksızın, fi'llerinin ve sıfatlarının tecellîsi olamaz.
Sıfatları
ve fi'lleri kendinden ayrılmaz ki, kendi tecellîsi olmaksızın, tecellî
edebilsinler. Onun zâtından ayrılan, fi'llerinin ve sıfatlarının
zılleri,
aksleri, görünüşleridir. Herkes bunları anlıyamaz. Cenâb-ı Hak,
dilediği
kullarına bildirir. Onun ihsânı çokdur.
Yine sözümüze gelelim:
Allahü teâlâ, hiçbirşeye hulûl etmez. Hiçbir
cisim içine işlemez. Hiçbirşey Ona hulûl etmez. Fekat, Allahü teâlâ,
herşeyi
ihâta etmiş, kaplamışdır ve herşeye yakındır ve herşeyle berâberdir.
Fekat,
bizim alışdığımız ve anladığımız ihâta, kurb ve ma'ıyyet gibi değildir.
Bunlar, Ona lâyık değildir. Evliyânın keşf ile, müşâhede ile anladığı,
ihâta, kurb ve ma'ıyyet de, Ona lâyık değildir. Zîrâ, zevallı
mahlûkların
hiçbiri, Onu ve sıfatlarını ve fi'llerini anlıyamaz, bilemez. Anlamadan
inanmak lâzımdır.
Fârisî beyt tercemesi:
Anka kuşu avlanamaz, tuzağını topla!
Bu avlanmada, giren yalnız havadır tuzağa.
Yüksek rehberimin 'kaddesallahü teâlâ sirrehül'azîz' (Mesnevî)sinden şu beyti buraya yazmak uygundur.
Fârisî beyt:
Gidilecek yol uzundur pek,
Uygun olmaz kavuşdum demek.
Allahü teâlânın, herşeyi ihâta etdiğine ve herşeye yakın olduğuna ve herşey ile berâber olduğuna inanırız. Fekat, bu ihâta, kurb ve ma'ıyyetin, ne demek olduğunu bilemeyiz. (İlmi ihâta etmişdir, ilmi yakîndir) demek, Kur'ân-ı kerîmin açık olan ma'nâsını çevirmek demekdir. Biz, böyle ma'nâlar vermeği doğru bulmuyoruz.
Allahü teâlâ, hiçbirşey ile ittihâd etmez, birleşmez. Hiçbirşey de, Onunla birleşmez. Tesavvuf büyüklerinden, ittihâd ma'nâsı anlaşılan sözler çıkmış ise de, onlar, başka şey demek istemişdir. Meselâ, (Fakîrlik temâm olunca, Allahü teâlâdır) sözleri ile, (Herşey yokdur, ancak Allahü teâlâ vardır) demek istiyorlar. Yoksa, o fakîr, Allahü teâlâ ile birleşir, demek istemiyorlar. Bunu demek, kâfirlik, zındıklık olur. Allahü teâlâ, zâlimlerin, kâfirlerin sandığı gibi değildir. Üstâdım buyurmuşdu ki: Hallâc-i Mensûrun, (Ben Hakkım) sözünün ma'nâsı, (Ben yokum, yalnız Allahü teâlâ vardır) demekdir.
Allahü teâlânın zâtında, sıfatlarında ve fi'llerinde değişiklik olmaz. Hareketlerin, işlerin olması ile, herşeyi yaratması ile, Onun zâtında, sıfatlarında ve fi'llerinde değişiklik olmuyor. Vahdet-i vücûd var diyenler, (Tenezzülât-i hams) ya'nî Allahü teâlânın, bu mevcûdâtı var etmesi, beş derecede olmuşdur demeleri, Onda değişiklik yapacak ma'nâda değildir. Bu ma'nâ ile söyliyen kâfir olur, yoldan çıkar. Bu büyükler, Allahü teâlânın sıfatlarının zuhûrunda, meydâna çıkmalarında, beş derecenin aşağıya indiğini söylüyor ki, zâtında ve sıfatlarında ve fi'llerinde bir değişiklik olmuyor.
Allahü teâlâ, (Ganiyy-i mutlak)dır. Ya'nî, hiçbirşey için, hiçbirşeye muhtâc değildir. Ne kendine, ne sıfatlarına, ne de fi'llerine, hiçbir sûretle hiçbirşey lâzım değildir. Varlıkda muhtâc olmadıkları gibi, zuhûrda, belli olmakda da, ihtiyâcları yokdur. Sôfiyyenin büyüklerinin, (Allahü teâlâ, ismlerini ve sıfatlarını izhâr için, bize muhtâcdır) anlaşılan sözleri, bu fakîre çok ağır geliyor. Yaratılmakla, biz kıymetlendik, şereflendik. Allahü teâlâda birşey artmadı. Böyle şeyler söylemek, çok yersiz ve çirkindir. Ez-zâriyât sûresinin, (Cinnîleri ve insanları, ancak bana ibâdet etmeleri için yaratdım) meâlindeki ellialtıncı âyeti gösteriyor ki, cinnîlerin ve insanların yaratılması, Allahü teâlâyı tanımaları içindir ki, bunlar için şeref ve se'âdetdir. Yoksa, Onun birşey kazanması için değildir. Hadîs-i kudsîde, Allahü teâlânın, (Ma'rûf olmak, tanınmak için herşeyi yaratdım) buyurması, (Onların beni tanımakla şereflenmesi için) demekdir. Yoksa, (Tanınayım ve onların tanıması ile kemâl bulayım) demek değildir. Bu ma'nâ, Allahü teâlâya lâyık değildir.
Allahü teâlâda, noksanlık sıfatları ve mahlûkların hâssa ve alâmetleri yokdur. Madde değildir. Cism değildir. Mekânlı değildir. Zemânlı değildir. Kemâl sıfatları, kusûrsuzluklar yalnız Ondadır. Sekiz kemâl sıfatı olduğunu bildirmişdir ki şunlardır: (Hayât), diri olmasıdır. (İlm), bilmesidir. (Kudret), gücü yetmesidir. (İrâde), dilemesidir. (Sem'), işitmesidir. (Basar), görmesidir. (Kelâm), söyleyici olmasıdır. (Tekvîn), yaratmasıdır. Bu sıfatları, kendinden ayrı olarak vardır. Varlıkları ilmde değildir, hâricde ve hakîkatde vardırlar. Kendi var olduğu gibi, bu sıfatları da ayrıca vardır. Vahdet-i vücûde inanan Sôfiyyûnun sandığı ve
fârisî beyt tercemesi:
Akl ve düşünce ile, sıfatlar başkadır.
Hakîkatde ise, hepsi tâm kendisidir.
sözleri, sıfatları inkârdır, inanmamakdır. Müslimânlardan, sıfatları inkâr eden Mu'tezile fırkası ile kâfirlerden eski felsefeciler de, sıfatları nazarî olarak kendinden ayrı ise de, hâricde yalnız kendi vardır diyorlar. kendinden ayrı olduğunu inkâr etmiyorlar. Meselâ, ilm sıfatının ma'nâsı, zâtın ma'nâsının aynıdır demiyorlar. Yâhud, kudret ve irâdet sıfatlarının ma'nâları, birbirinin aynıdır demiyorlar. Fekat, hâricdeki varlıkları, aynıdır diyorlar. O hâlde, sıfatları inkârdan kurtulmak için, hâricde ayrı ayrı var olduklarına inanmak lâzımdır. Nazarî olarak ayrı bilmek fâide vermez.
Allahü teâlâ, (Kadîm)dir. (Ezelî)dir. Ondan başka, hiçbir varlık kadîm, ezelî değildir. Din sâhibleri, kitâb sâhibleri, hep böyle îmân etmişdir ve Allahü teâlâdan başkasını kadîm, ezelî bilenlere, kâfir demişlerdir. Bunun içindir ki, hüccet-ül-islâm imâm-ı Muhammed Gazâlî 'rahmetullahi aleyh', İbn-i Sînânın ve Fârâbînin ve dahâ başkalarının, kâfir olduklarını söylemişdir. Çünki bunlar aklın, rûhun ve heyûlânın kadîm olduğuna inanmış ve göklerin içindekilerle berâber, kadîm olduklarını söylemişlerdir.
Üstâdım 'rahmetullahi teâlâ aleyhimâ' buyurdu ki, şeyh-i ekber Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin, (Büyük insanların rûhları kadîmdir) sözünün görünüş ma'nâsına uymayıp, din sâhiblerinin müşterek îmânlarına ve sözlerine çevirmelidir.
Allahü teâlâ, (Kâdir-i muhtâr)dır.mecbûr değildir. Eski Yunan felsefecileri, aklları ermediğinden, kemâl, büyüklük, mecbûr olmakda, herhâlde yapabilmekdedir deyip, Allahü teâlânın ihtiyârını, ya'nî seçmesini inkâr etdiler. Yapmağa mecbûrdur dediler. Bu ahmaklar, Allahü teâlâ, birşeyi yaratmağa mecbûr olmuş ve sonra başka birşey yaratmamışdır dedi. Bu uydurma şeye de, akl-ı fe'âl deyip, herşeyi bu yapıyor dediler.
(Akl-ı fe'âl) dedikleri şey de, yalnız onların vehmlerinde, hayâllerinde olan birşeydir. Bunların bozuk inanışlarına göre, Allahü teâlâ hiçbirşey yapmıyor. İnsan sıkışınca, bunalınca, Akl-ı fe'âle yalvarır. Allahü teâlâdan birşey istemez. Çünki Allahü teâlânın dünyâda olup bitenlerle hiç ilgisi yokdur. Herşeyi yapan, yaratan Akl-ı fe'âldir derler. Hattâ Akl-ı fe'âle de yalvarmazlar. Çünki onu, kendilerinden belâları gidermekde irâde ve ihtiyâr sâhibi bilmezler. Bu nasîbsizler, ahmaklıkda, sersemlikde, sapık fırkaların hepsinden dahâ aşağıdırlar. Kâfirler, her işlerinde Allahü teâlâya sığınıyor. Belâların giderilmesini ondan istiyorlar. Bu alçaklar ise, böyle değildir. Bu nasîbsizlerde iki şey, sapık ve ahmak fırkaların hepsinden dahâ çokdur. Bunlardan biri, Allahü teâlânın gönderdiği haberlere inanmıyorlar. Peygamberlerin bildirdiklerine inâd ve düşmanlık ediyorlar. İkincisi, bozuk ön fikrler ileri sürüyor. Aslsız, çürük delîller, şâhidler göstererek, boş, sapık düşüncelerini isbâta kalkışıyorlar. Bozuk düşüncelerini isbât için öyle yanılıyorlar ki, hiçbir alçak böyle yanlış, çürük şey yapmamışdır. Dünyâda olan her işi, durmadan giden, dönen göklerin ve yıldızların değişmeleri ve vaz'ıyyetleri yapıyor diyorlar. Gökleri yaratanı ve yıldızları îcâd edeni ve hepsini hareket etdireni ve aralarında nizâm kuranı görmüyorlar. Bunu birşeye karışmaz sanıyorlar. Ne kadar ahmakdırlar! Ne kadar alçakdırlar! Bunları akllı bilen, sözlerine inanan ise, bunlardan dahâ alçakdır. Onların akla dayanan, düzgün ilmlerinden biri geometridir ki, ne dünyâ se'âdetine, ne de ebedî kurtuluşa fâidesi yokdur. Bir üçgenin, üç iç açısının toplamı, iki dik açıya müsâvîdir demek ve bunu isbâtlamak, insanlığa ne kazandırır.
Bu dinsizlerin üç kısmı da ahmaklıkda ve zevallılıkda, herkesden ileri gitmiş, kâfirlerin her sınıfını arkada bırakmışlardır. Bunların hepsi, hem dinlere inanmıyor ve Peygamberlere 'a.s.' inâd ve düşmanlık ediyor, hem de âile, cem'ıyyet ve din hakkında uydurdukları sözleri ile, birbirlerini ve herkesi kandırmak için, çürük delîller ve şâhidler buluyorlar. O kadar yanlış, o kadar gülünç şeyler söylüyorlar ki, hiçbir câhilin, hiçbir ahmağın bu kadar aşağılığı görülmemişdir. Bunlar, ne kadar aklsız, ne kadar zevallıdır. Bunları akllı, fikrli sananlar da, bunlardan dahâ zevallı ve dahâ bedbahtdır. Birçok kıymetli bilgileri, Peygamberlerin 'a.s.' kitâblarından çalmışlar ve aralarına, başka şeyler de katmışlardır.
Bunları imâm-ı Gazâlî 'rahmetullahi aleyh', (El münkızü aniddalâl) kitâbında, uzun uzadıya anlatmakdadır. Din sâhibleri, Peygamberlerin 'a.s.' izinde gidenler, birşeyin doğruluğunu isbât ederken yanılırsa, zararı ve tehlükesi olmaz. Zîrâ bunlar, bütün ilmlerinde ve işlerinde, onlara uyup, sözlerini isbât ediyor. Bunların Peygamberlere 'a.s.' uyması, doğruluklarını bildirmeğe yetişir. O zevallılar ise, Peygamberlere 'a.s.' uymağa, gericilik deyip, sözlerini akla uygun getirmeğe çalışıyor. Aklın eremediği şeylerde, şübhesiz yanılıyorlar. Allahü teâlânın Peygamberi olan Îsâ aleyhisselâmın sözlerini, bunların en büyüğü tanınan Eflâtun işitince, (Biz temiz, olgun, ilerici insanlarız, bize, doğru yol gösterecek kimseye ihtiyâcımız yokdur) dedi. Ölüleri diriltiyor, körlerin gözlerini açarak, abraş denilen hastaları iyi ederek kurtarıyor. Ya'nî, kendi fenlerinin, tecribelerinin yapamadığı şeyleri yapıyor, diye işitdiği bir kimseyi, gidip görmesi, hâlini incelemesi lâzım iken, görmeden, anlamadan, böyle cevâb verdi. Bu sözleri çok ahmak olduğunu göstermekdedir.
Oğlum Muhammed Ma'sûm 'k.s.' bugünlerde (Şerh-i mevâkıf) kitâbını temâmladı. Derslerinde bu akllı denilenlerin, hatâlarını ve kabâhatlerini iyice anladı ve çok şey öğrendi. Cenâb-ı Hakka şükrler olsun ki, bizleri aklın dar çerçevesi içinde bırakmayıp, doğru yola çıkardı. Eğer Peygamberleri ile 'a.s.' doğru yolu göstermeseydi, biz de o zevallılar gibi aklın ermediği şeylerde, zan etdiklerimize inanacak ve helâk olacakdık.
Muhyiddîn-i Arabînin 'k.s.' kitâblarından da Allahü teâlânın, tabî'at kuvvetleri gibi, herşeyi irâdesiz yapdığı ma'nâsı anlaşılıyor. Allahü teâlânın kudretini anlatırken, eski Yunan felsefecilerine uyduğu seziliyor. (İsterse yapmaz) demiyor da, (Yapması lâzımdır) diyor. Büyüklerimizin beğendiği, büyük bildiği Muhyiddîn-i Arabînin birçok sözlerinin, Ehl-i sünnetin doğru sözlerine uymaması, yanlış olması, ne kadar şaşılacak şeydir. Hatâları, keşfinde, kalbe doğan bilgilerde olduğu için, belki kabâhat sayılmaz. İctihâddaki hatâlar gibi birşey söylenemez. Onun büyük olduğunu ve hatâlarının kusûr sayılamıyacağını, yalnız bu fakîr söyliyorum. Onu büyük bilir ve severim. Ehl-i sünnet âlimlerinin sözlerine uymıyan yazılarını yanlış ve zararlı bilirim. Sôfiyyûndan bir kısmı, onu beğenmiyor ve çirkin şeyler söylüyor. Bütün ilmlerini yanlış ve bozuk biliyorlar. Bir kısmı da ona uyarak, bütün ilmlerini, yazılarını olduğu gibi alıyor. Hepsini doğru biliyor ve doğruluklarını isbât etmeğe kalkışıyor. Bu iki kısm da yanılıyor, adâletden ayrılıyor. Bir kısmı haddi aşıyor. Birisi de, büsbütün mahrûm kalıyor. Evliyânın büyüklerinden olan Muhyiddîn-i Arabî 'k.s.' keşflerindeki hatâsından dolayı, büsbütün red olunabilir mi? Fekat, Ehl-i sünnetin doğru sözlerine uymıyan, hatâlı bilgilerine uyulur mu ve herşeyi de kabûl olunur mu? Burada doğru yol, cenâb-ı Hakkın bize ihsân etdiği, iki tarafa sapmıyan orta yoldur. Vahdet-i vücûd bilgisinde, sôfiyyenin çoğunun, Muhyiddîn-i Arabî ile berâber olduğu meydândadır. Kendisi burada da, husûsî bir yol tutmuş ise de, sözün esâsında ortakdırlar. Bu bilgileri de görünüşde, Ehl-i sünnet i'tikâdına uymuyor ise de, uydurulması kolaydır ve ikisini birleşdirmek mümkindir. Bu fakîr, cenâb-ı Hakkın yardımı ile, üstâdımın (Rübâiyyât)ını açıklarken, bu bilgileri, Ehl-i sünnetin i'tikâdı ile birleşdirdim. Aradaki farkın, yalnız sözde ve kelimelerde olduğunu göstererek, her iki tarafın şübhe etdikleri yerleri öyle bir aydınlatdım ki, okuyanların hiç şübhesi kalmaz. Görünce anlaşılır.
Ey müslimân! İyi bil ki, gördüğün, işitdiğin her şey, meydâna gelen herşey, madde ve cism, bunların hâssaları, akllar, fikrler, düşünceler, gökler, yıldızlar, elementler ve bileşik cismler yok idi. Hepsi, Allahü teâlânın istemesi ve yaratması ile var oldu. Onun yaratması ile yokdan var oldukları gibi, varlıkda kalabilmeleri, yok olmamaları için de, her ân, Onun istemesine ve kuvvetine muhtâcdırlar. Sebeblerin ve şartların değişmesi ile Allahü teâlânın fi'lini, yapmasını perdeliyor, bizden örtüyor. Kuvvetinin, kudretinin meydâna çıkması için, yapması ve yaratması için, sebebleri, vâsıtaları araya koymuşdur.Aklı olan, uyanık olan, kalb gözlerini, Peygamberlere 'a.s.' uyarak, sürmelemiş, cilâlamış olan kimse, bu sebeblerin de, vâsıtaların da, Allahü teâlâ tarafından yaratıldığını ve her ân Onun kuvvetine muhtâc olduklarını, Onun ile var olup, Onun ile varlıkda kalabildiklerini, yoksa hepsinin cânsız, te'sîrsiz, hareketsiz ve kuvvetsiz olduklarını ve kendileri gibi olan, başkalarına te'sîr edemiyeceklerini ve kendileri gibi olan, başka şeyleri yapamıyacaklarını düşünür. Bu sebebleri ve vâsıtaları yaratan ve bunlara te'sîr ve kuvvet, enerji veren bir kudret sâhibinin bulunduğunu anlar. Aklı olan kimse, cânsız bir cismin hareket etdiğini görünce, bunu hareket etdiren bir kuvvetin varlığını anlar. Durmakda olan bir cismin, kendiliğinden hareket edemiyeceğini ve ancak dışardan bir kuvvetin bunu harekete getireceğini bilir. Demek ki, cânsız bir cismin, hareket etmesi, bunu harekete getiren bir fâ'ilin, bir kuvvetin varlığını akl sâhiblerinden gizlemiyor. Hareket eden cismin cânsız olması, bir fâ'ilin, bir kuvvet sâhibinin mevcûd olduğunu, akl sâhiblerine haber veriyor. Bütün sebebler, vâsıtalar da böylece, Allahü teâlânın varlığını, kudretini akl sâhiblerine i'lân ediyor, bildiriyor. Fekat eblehler, ahmaklar, cismin hareketini görünce, kendiliğinden hareket ediyor sanarak, kuvvet sâhibini, fâ'ili göremeyip anlıyamıyor. Aklları olmadığından, hareket eden cânsız cismi, kuvvet sâhibi zan ediyor. Bunu hareket etdiren kuvveti, fâ'ili inkâr ediyor, kâfir oluyorlar. Allahü teâlânın herşeyi sebeblerle, vâsıta ile yapması, yaratması, ahmakların, aklsızların inkârına, küfrüne sebeb oluyor. Akl ve vicdân sâhiblerine de hidâyet, kurtuluş yolunu gösteriyor. Sebebleri, vâsıtaları görerek, Allahü teâlânın varlığını, birliğini, kudretini anlamak, ancak Peygamberlerin 'a.s.' irşâdı ile, uyandırması ile olmakdadır. İnsan aklı bunu, kendiliğinden anlıyamıyor. Ba'zı kimseler, arada sebebler bulunmaması, herşeyin sebebsiz yaratılması, büyüklüğe dahâ uygun olur sanıyor. Sebeblerde te'sîr yokdur, sebebler karışmadan herşey doğrudan doğruya, Allahü teâlânın yaratması ile var oluyor diyorlar. Bunlar anlamıyor ki, sebebleri aradan kaldırmak, hikmeti âdetini bozmak demekdir. Bu hikmetde ise, nice fâideler vardır. Yâ Rabbî! Bu varlıkda, hiçbirşeyi hikmetsiz, yersiz, uygunsuz yapmadın! Peygamberlerin hepsi 'a.s.' her işlerinde, sebeblere yapışırdı ve bununla berâber, işlerin yaratılmasını Allahü teâlâdan dilerdi. Meselâ, Ya'kûb 'aleyhisselâm' çocuklarını Sûriyeden, Mısra gönderdiği zemân, nazar değmesin diye, (Hepsi bir kapıdan girmeyip, ayrı kapılardan girmelerini) nasîhat etdi. Bununla berâber, nazar değmemesini Allahü teâlâdan dileyip, (Bu nasîhati yapmakla, Allahü teâlânın sizin için dilediğini değişdiremem. Çünki tedbîr, kaderi değişdiremez. Her zemân Onun dediği olur. Sizi Ona emânet ediyorum. Ona güveniyorum. Herkes de, her işinde yalnız Ona güvenmelidir. Herkesin, zevallı bir vâsıtadan başka birşey olmadığını düşünerek, yalnız Ona güvenenlerin imdâdına elbette yetişir) dedi. Allahü teâlâ, bu hâli Yûsüf sûresinde, (O âlim idi. Kazâ ve kaderimi biliyordu. Ona bildirmişdim. Fekat insanların çoğu, kazâ ve kaderimi anlamıyor) meâlindeki altmışsekizinci âyetinde bildiriyor ve beğeniyor.
Allahü teâlâ, Peygamberimiz Muhammed
aleyhissalâtü vesselâma da
sebeblere
yapışmasını emr ediyor. Enfâl sûresi, altmışdördüncü âyetinde meâlen,
(Ey
sevgili Peygamberim 's.a.s'! Sana, Allahü teâlâ
ve
mü'minlerden, sana tâbi' olanlar yetişir!) buyuruldu.
Sebeblerin te'sîrine gelince, Allahü teâlâ, sebeblerde ba'zan te'sîr, ya'nî iş yapabilecek kuvvet de yaratıyor. O işi hâsıl ediyorlar. Ba'zan da, aynı sebeblerde, bu te'sîri yaratmıyor. O işi yapamıyorlar. Bu hâli herkes her zemân görmekdedir. Aynı sebeblerin, aynı işi, ba'zan meydâna getirdiğini, ba'zan da, işi yapamadığını hepimiz görmekdeyiz. Sebeblerde, te'sîr yokdur demek, tecribeleri, hâdiseleri körü körüne inkâr etmekdir. Te'sîrine inanmalı. Fekat, sebeblerdeki bu te'sîrlerin de, kendileri gibi, Allahü teâlânın yaratması ile, vücûde geldiğini bilmelidir. Bu fakîrin 'rahmetullahi teâlâ aleyh', bu mes'eledeki sözü, işte böyledir. Demek ki, sebeblere yapışmak, tevekküle, mâni' değildir. Aksini tesavvuf yolunda yürüyen ve henüz ilerlememiş olan sôfiler söyler. Hâlbuki sebeblere yapışmak, sebebleri araya koymak, tevekkülün en yüksek derecesidir. Ya'kûb 'aleyhisselâm', hem sebeblere yapışdı, hem de Allahü teâlâya tevekkül etdi.
[Îmânın altı şartından biri de kadere, hayrın ve şerrin Allahü teâlâdan olduğuna inanmakdır]. Allahü teâlâ, hayrı ve şerri, iyiyi kötüyü irâde eder, ister ve yaratır. İyilerin de, kötülerin de hâlıkı, yaratanı Odur. Fekat, iyiliklerden râzıdır. Şerlerden râzı değildir. Ya'nî beğenmez. İrâde başkadır, rızâ başkadır. Aralarındaki farkı, yalnız Ehl-i sünnet âlimleri görebilmişdir. Diğer yetmişiki fırka, bu farkı anlıyamıyarak, hepsi dalâletde kaldı, yollarını şaşırdı. Meselâ, Mu'tezile fırkası, herkesi, kendi işinin hâlıkı zan etdi ve filânca kimse, filân işi yaratdı dedi ve insanlar, îmânlarını ve küfrlerini kendileri yaratıyor dedi.
Şeyh-i ekber Muhyiddîn-i Arabînin 'k.s.' ve izinde gidenlerin kitâblarından anlaşılıyor ki, (Allahü teâlânın Hâdî ismi, îmânı ve ibâdetleri beğendiği gibi, Mudıl ismi de, küfrü ve günâhları beğenmekdedir). Bu sözleri de, Ehl-i sünnet âlimlerinin 'rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma'în' bildirdikleri doğru i'tikâda uymuyor ve îcâba, irâdeyi inkâra yaklaşıyor. Güneş, aydınlatmakdan râzıdır demeğe benziyor.
Allahü teâlâ, kullarına kuvvet, kudret, irâde vermişdir. İstediklerini işlerler. İnsanlar, işlerini kendileri yapıyor. Allahü teâlâ da yaratıyor. Allahü teâlânın hikmeti, âdeti şöyledir ki, insan bir işi yapmak isteyince, O da, isterse o işi yaratır. Bu iş, insanın kasdı ile, ihtiyârı ile meydâna geldiği için, işin mes'ûliyyeti, sevâbı ve cezâsı, o insana oluyor. İnsanın ihtiyârı za'îfdir, azdır diyenler, Allahü teâlânın irâdesinden az olduğunu demek istiyorlarsa, doğrudur. Yok eğer, emrleri yapacak kadar değildir diyorlarsa, yanlışdır. Allahü teâlâ, insanlara, yapamıyacakları bir şeyi emr etmemişdir. Hep kolay emr etmiş, güc şey istememişdir. Az zemândaki bir küfre, sonsuz azâb etmeği ve az zemândaki îmâna, sonsuz ni'metler vermeği takdîr etmişdir. Bunun sebebini anlıyamayız. Allahü teâlânın yardımı ile, şu kadar biliyoruz ki, insanlara, görünür görünmez, bütün ni'metleri, iyilikleri veren, yerlerin, göklerin, zerrelerin yaratanı ve noksânsızlık, kusûrsuzluklar yalnız Ona mahsûs olan bir Allaha inanmamak elbette çok şiddetli, çok acı azâb ister ki, bu da, Cehennemde sonsuz yanmakdır. Böyle bir ni'met sâhibine, görmeden inanmak ve nefsin ve şeytânın ve din düşmanlarının aldatmalarına kanmıyarak, Onun sözlerine güvenmek, büyük mükâfât ister ki bu da, Cennet ni'metlerinde ve lezzetlerinde sonsuz kalmakdır. Meşâyıh-i kirâmdan çoğu dedi ki: (Cennete girmek, yalnız Allahın fazlı ve ihsânı iledir. Îmânı, Cennete girmeğe sebeb göstermek, kazanılan ni'metin lezzeti, dahâ çok olduğu içindir). Bu fakîre göre 'kaddesallahü teâlâ sirrehül'azîz' Cennete girmek, îmâna bağlıdır. Fekat îmân, Allahü teâlânın fazlıdır, ihsânıdır. Cehenneme girmek de, küfrden dolayıdır. Küfr ise, nefs-i emmârenin arzûlarından doğmakdadır. Nitekim Nisâ sûresi yetmişdokuzuncu âyet-i kerîmesinde meâlen, (Her güzel, her iyi şey, sana Allahü teâlâdan geliyor. Her çirkin, her fenâ şeye de, nefsin sebeb oluyor) buyuruldu. Cennete girmeği îmâna bağlamak, îmânın kıymetini bildirmek içindir. Bu da, îmân olunacak şeylerin kıymeti ve ehemmiyyeti demekdir. Bunun gibi, Cehenneme girmeği de küfre bağlamak, küfrü tahkîr içindir ki, inanılmıyan şeylerin kıymetini bildiriyor ve onlara inanılmadığı için, böyle sonsuz azâb veriliyor. Ba'zı meşâyıhın, başka dürlü söylemelerinde bu incelik yokdur.
Dünyâdan âhırete îmânlı giden, Cennetde Allahü teâlâyı cihetsiz ve keyfiyyetsiz ve hiçbirşeye benzetmiyerek ve misâli olmıyarak görecekdir. Buna, mislimânların yetmişüç fırkasından, yalnız Ehl-i sünnet inanmışdır. Diğerleri inkâr etmiş ve cihetsiz ve keyfiyyetsiz olarak görmek olamaz demişlerdir. Hattâ, Muhyiddîn-i Arabî 'k.s.', âhıretde Allahü teâlâyı görmek, (Tecellî-i sûrî)dir. Başka dürlü görmek olmaz diyor. Birgün üstâdım, Muhyiddîn-i Arabînin şöyle buyurduğunu söyledi: (Mu'tezile fırkası, Allahü teâlâ, aklın ermediği bir görmekle, cihetsiz, keyfiyyetsiz olarak görülecek demeselerdi, başka şeylerin görülmesi gibi, görülecek deselerdi ve Onu görmeği, sûrî bir tecellî olarak bilselerdi, Onu görmeği inkâr etmez, görülemez demezlerdi. Ya'nî cihetsiz, keyfiyyetsiz olarak görüleceğine inanmıyorlar. Sûretin tecellîsinde ise, cihet ve keyfiyyet vardır). Hâlbuki Cennetde Allahü teâlâyı görmeği, sûretin tecellîsi [görünmesidir] demek, Onu görmeği inkâr etmekdir. Her ne kadar oradaki sûretin tecellîsi, dünyâda eşyâ sûretlerinin görünmesi gibi değil ise de, yine Onun kendini görmek değildir.
Arabî şi'r tercemesi:
Îmân sâhibleri, Cennetde Allahü teâlâyı keyfiyyetsiz görecekdir.
Bu görmeği anlatmak, mümkin değildir.
Allahü teâlâ, kullarına acıdığı için, Peygamberler 'a.s.' gönderdi. Eğer bu büyük insanlar gönderilmeseydi, yolu şaşırmış olan insanlara, Onu ve sıfatlarını kim bildirirdi? Beğendiklerini, beğenmediklerinden kim ayırabilirdi? İnsan aklı, noksân olduğu için, o büyüklerin da'vet nûru ile aydınlanmadıkça bunları bilemez ve ayıramaz. Anlayışımız tâm olmadığı için, bu büyüklerin izinde gitmedikçe, bunları anlamakda şaşırır ve aldanırız. Evet akl, doğruyu iğriden ayırmağa yarıyan bir âletdir. Fekat, tâm olmıyan bir âletdir. O büyüklerin da'veti ile, haber vermeleri ile temâm olmakdadır. Âhıretin azâbı, sevâbı, bu da'vet ve haberden sonra olur.
Süâl: Âhıretdeki sonsuz azâb,
Peygamberlerin
'a.s.' da'vetine bağlı olunca, onların gönderilmesi, âlemlere
rahmet
nasıl olur?
Cevâb: Onların gönderilmesi, Allahü teâlânın kendini ve
sıfatlarını
bildirmek içindir. Bu bilgi de, se'âdet-i ebediyyeye, ya'nî dünyâ ve
âhıretin
sonsuz iyiliklerine sebebdir. Allahü teâlâya karşı, lâyık olan şeyler,
uygun olmıyanlardan, bunların haber vermesi ile ayrılmışdır. Zîrâ,
bizim
kör ve topal olan akllarımız, yok iken var olmuş ve varlıkda kalamayıp
yine yok olmakdadır. O hâlde, yokluk bulunmıyan ve ismleri ve sıfatları
ve fi'lleri sonsuz var olan, ebedî, hakîkî varlığa uygun olanı
anlıyabilir
mi ve Ona lâyık olanı bulabilir mi? Münâsib olmıyanları ayırd edebilip
söylemekden sakınabilir mi? Hattâ, kendi noksân olduğu için, çok def'a
kemâli, noksânsızlığı, noksân sanır ve noksânı, kemâl sanır.
Peygamberlerin 'aleyhimüssalevatü vetteslîmât', bunları ayırd etmeleri
ve bildirmeleri,
bu fakîre göre, bütün ni'metlerin, bütün iyiliklerin üstündedir. Allahü
teâlâya uygun olmıyan şeyleri [meselâ yok olmağı], Ona münâsib
görenlerden
dahâ alçak kim olabilir? Bâtılı hakdan, iğriyi doğrudan ayıran,
ibâdete,
itâ'ate hakkı olmıyanları, ibâdet edilmesi lâyık ve lâzım olan hakîkî
vardan
ayıran, o büyüklerin sözleridir. Allahü teâlâ, insanları doğru yola,
onların
sözleri ile çağırıyor. Kullarını, kendisine yaklaşmak se'âdetine,
onların
aracılığı ile ulaşdırıyor. Allahü teâlânın beğendiği şeyleri öğrenmek,
onlar vâsıtası ile kolaylaşıyor. Bu görünen, bilinen varlıkların
yaratanı,
mâliki, sâhibi olan Allahü teâlânın, mahlûklarından hangilerini, ne
kadar
ve nasıl kullanmağa izn verdiği ve hangilerine izn vermediği, onların
bildirmesi
ile anlaşılıyor. Peygamberlerin 'a.s.' bu
saydığımız
ve dahâ bunlar gibi nice fâideleri vardır. O hâlde, o büyüklerin
gönderilmesi,
elbette rahmetdir, iyilikdir. Fekat, bir kimse, nefs-i emmâresine
uyarak
ve mel'ûn şeytâna kapılarak , Peygamberlere 'a.s.'
inanmaz ve onların sözlerini bildiren, hakîkî din âlimlerinin, din
mütehassıslarının
kitâblarını okumaz ve emrlerini yapmaz ise, Peygamberlerin
'a.s.' ne günâhı olur ve bundan dolayı, niçin rahmet olmazlar?
Süâl: Akl, yaratıldığı şeklde
iken, Allahü teâlâya âid
şeyleri
anlıyacak kadar temâm değil, kusûrlu ise de, belki zemânla ilerliyerek
ve temizlenerek Onun ile bizim anlıyamıyacağımız bir münâsebet yapamaz
mı? Melek vâsıtası ile Peygamberlere 'a.s.'
haber
gelmeden, bu münâsebetle ve kavuşmakla insanlar aklları ile, sonsuz ve
hakîkî varlığa mahsûs şeyleri, doğruca Ondan alamaz mı?
Cevâb: Akl, böyle bir münâsebet elde edebilir. Fekat, akl,
dünyâda
kaldıkça, bu bedene de bağlı kalır. Bu bağlılıkdan kurtulamaz. Bu
iğreti
varlıkdan alâkası kesilmez. Vehm, her zemân, aklın etrâfında, hayâl
dâimâ
yanında bulunur. (Gadab), ya'nî kızgınlık ve (Şehvet), ya'nî nefsin
arzûları,
hep onunla berâber kalır. Hırs ve menfe'at, onu yalnız bırakmaz.
İnsanlığın,
lüzûmlu alâmeti olan, şaşırmak ve unutkanlık, ondan hiç ayrılmaz. Bu
dünyânın
hâssası olan, yanılmak ve iyiyi kötü ile karışdırmak, ondan sıyrılmaz.
O hâlde, akla herşeyde, nasıl inanılır? Aklın vereceği karârlar ve
emrler,
vehmin karışmasından ve hayâlin te'sîrinden kurtulamaz ve unutkanlık
tehlükesi
ve şaşırmak ihtimâlinden korunamaz. Hâlbuki, bu kusûrların hiçbiri,
meleklerde
yokdur. Bu pislikler ve kötülükler onlarda bulunmaz. Bunun için,
melekler
elbette yanılmaz. Meleklere i'timâd olunur. Meleğin getireceği
haberlere
vehmin karışması, unutkanlık tehlükesi ve şaşırmak ihtimâli yol
bulamaz.
Ba'zı vaktler, rûh yolu ile gelen ba'zı bilgileri, his uzvları ile
bildirmek
istediğim zemân, vehm ve hayâl yolundan, doğru olmıyan, ba'zı
başlangıcların
meydâna çıkdığını ve elimde olmıyarak, rûhdan gelen bilgilere
karışdığını
ve bunları bildirirken, aralarını ayıramadığımı duyuyorum. Ba'zı vakt
de,
bunları ayırd etmeği bildiriyorlar. İşte bundan dolayı, rûhânî
bilgilere
yanlışlık karışarak, hepsinden i'timâd kalkıyor. Şöyle de cevâb verilir
ki, aklın ilerlemesi ve temizlenmesi, ancak Allahü teâlânın beğendiği
şeyleri
yapmakla, ya'nî ahkâm-ı şer'ıyyeyi öğrenip yapmakla olabilir. Bunun
için
de, Peygamberlerin 'a.s.' sözlerini, haberlerini
öğrenmek lâzımdır. Onlar haber vermedikce, akl ilerliyemez ve
temizlenemez.
Ba'zı kâfirlerde ve fâsıklarda görülen, safâ ve parlaklık alâmetleri,
kalbin
temizliği değil, nefsin parlaklığıdır. Nefsin parlaması da, yolu
şaşırtmakdan,
zarar ve ziyândan başka birşey ele geçirmez. Ba'zı kâfirlerin ve
fâsıkların,
nefslerinin parlaklığı zemânında, bilinmiyen ba'zı şeyleri, haber
vermelerine,
(İstidrâc) denir. Ya'nî, bunları derece derece, yavaş yavaş felâkete,
azâba
sürüklemek içindir. Allahü teâlâ, hepimizi böyle belâlardan korusun.
Peygamberlerin
en büyüğü 'aleyhi ve a.s. ve alâ âlihi ve âli
küllin' hurmetine, bizi böyle şeylerden korusun!
Demek ki, Peygamberlerin 'a.s.' bildirdikleri ahkâm-ı şer'ıyye, hep rahmetdir, iyilikdir. Yoksa, bu emrler ve teklîfler, mülhidlerin, zındıkların, [mürtedlerin ve masonların] sandıkları ve söyledikleri gibi, külfet, eziyyet ve işkence değildir ve akla aykırı değildir. Bunların sık sık söyledikleri (kullarına zor ve yorucu şeyler emr edip de bunları yaparsanız Cennete girersiniz demek insâf mıdır, merhamet midir? Birşey emr etmemeli idi. Herkesi, kendi başına bırakıp, istedikleri gibi yiyip içmeli, gezip eğlenmeli, yatıp kalkmalı idi. Merhamet ve iyilik böyle olur) gibi lâfları, ne kadar alçakca ve ne kadar ahmakcadır. Bunlar, hiç de düşünmüyor mu ki, iyilik edenlere, şükr etmek ya'nî, sevindiğini bildirmek, aklın istediği bir şeydir. Ahkâm-ı şer'ıyye, bütün ni'metleri, iyilikleri yaratan, gönderen Allahü teâlâya karşı, şükrün nasıl yapılacağını göstermekdedir. O hâlde, ahkâm-ı şer'ıyye, teklîfât-ı ilâhiyye, aklın istediği birşeydir. Bundan başka, dünyânın, hayâtın düzeni, bu teklîfleri yapmakla olur. Allahü teâlâ, herkesi kendi başına bıraksaydı, kötülükden, karışıklıkdan başka birşey olmazdı. Allahü teâlânın harâm etmesi olmasaydı, nefsleri, keyfleri peşinde koşanlar, başkalarının mallarına, cânlarına, ırzlarına saldırır, fenâlıklar, karışıklıklar hâsıl olur, saldıran da, karşısındakiler de, zarar görür, helâk olurlardı. Bekara sûresinin, (Ey akl sâhibleri, düşününüz! Kâtili öldürünüz diye verdiğim emrde ölüm değil, hayât olduğunu anlarsınız!) meâlindeki, yüzyetmişdokuzuncu âyeti, bu sözümüzün vesîkasıdır.
Beyt:
Eğer hâkimin sopası olmasaydı,
Serhoş kâfir, Kâ'be içine kusardı.
Şunu da söyliyelim ki, Allahü teâlâ, herşeyin sebebsiz, şartsız mâliki, hepimizin sâhibidir. Bütün insanlar, Onun mahlûku, kullarıdır. Kullarına verdiği her emri ve herşeyi istediği gibi kullanması, hep yerindedir ve fâidelidir. Bunda, zulm, fesâd olamaz. Me'mûrlar, âmirlere, kullar sâhiblere emrlerin, işlerin sebebini soramaz.
Bütün insanları Cehenneme koyup, sonsuz azâb yapsaydı, kimin birşey söylemeğe hakkı olabilirdi? Çünki kendi yaratdığı, yetişdirdiği mülkünü kullanıyor. Başkası yok ki, onun mülküne tecâvüz olsun ve zulm denilebilsin. Hâlbuki, insanların kullandığı, öğündükleri mallar, mülkler, hakîkatde onların değil, hepsi Onundur. Bizim bunlara el uzatmamız, karışmamız, hakîkatde zulmdür. Allahü teâlâ, bu dünyânın düzeni için ve ba'zı fâidelere yol açması için, bunları bize mülk kılmış ise de, hakîkatde hepsi Onundur. O hâlde, bizim bunları, asl sâhibinin mubâh etdiği, izn verdiği kadar kullanmamız yerinde olur.
Peygamberlerin 'a.s.' Allahü teâlâ
tarafından
bizlere haber verdikleri herşey ve her emr doğrudur.
Kâfirlere ve îmân ile gidenlerden âsîlere, mezârda kabr azâbı olduğunu,
Muhbir-i sâdık 'aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm' haber vermişdir.
Kâfirler
ve mü'minler kabre konulunca, Münker ve Nekîr ismindeki iki melek gelip
süâl soracaklardır. Kabr, dünyâ ile âhıret arasında bir köprü, bir
geçid
olduğundan, kabr azâbı bir bakımdan dünyâ azâblarına benziyor ki,
sonsuz
değildir. Bir bakımdan da, âhıret azâblarına benzer ki, âhıret azâbı
cinsindendir.
Mü'min sûresinin, (Sabâh, akşam, ateş ile azâb olunurlar) meâlindeki
kırkaltıncı
âyet-i kerîmesi, kabr azâbını bildiriyor. Kabrdeki ni'metler de, hem
dünyâ,
hem de âhıret râhatlıklarına benzer.
İyi bir kimse, tâli'li bir insan, kusûrları, günâhları, lutf ve ihsân ile afv olunan ve yüzüne vurulmıyan kimsedir. Eğer günâhı yüzüne vurulursa ve bunun için de, merhamet olunarak, yalnız dünyâ sıkıntıları çekdirilip günâhları, böylece temizlenen kimse de, çok tâli'lidir. Bununla da temizlenmeyip, geri kalan günâhları için, kabr sıkması ve kabr azâbı çekerek günâhları biten, kıyâmet gününe, mahşer meydânına günâhsız olarak götürülen de, ne kadar çok tâli'lidir. Eğer böyle yapmayıp, âhıretde de cezâlandırılırsa, yine insâfdır ve adâletdir. Fekat o gün, günâhlı olan ve mahcûb ve yüzleri kara olan, ne kadar güç durumdadır. Fekat bunlardan, müslimân olanlara yine acınacak, bunlar, sonunda yine merhamete kavuşacak, Cehennem azâbında, sonsuz kalmakdan kurtulacaklardır ki, bu da, ne kadar büyük ni'metdir. Yâ Rabbî! Bize ihsân etdiğin îmân ışığını söndürme, kusûrlarımızı ört! Sen herşeyi yapabilirsin!
Kıyâmet günü, elbette vardır. O gün gökler, yıldızlar ve Erd, dağlar, denizler ve hayvanlar, nebâtlar ve ma'denler, hâsılı herşey, yok olacakdır. Gökler parçalanacak, yıldızlar dağılacak, yeryüzü, dağlar, toz olup savrulacak. Bu yok oluş, Sûrun ilk işâreti ile olacakdır. İkinci nefhasında, herşey tekrâr yaratılıp, insanlar, mezârdan kalkacak, mahşer yerinde toplanacakdır. Eski Yunan felesofları [ve kendilerine müsbet ilm adamı diyenler], ya'nî herşeyi aklları ile çözmeğe kalkışanlar, gökler ve yıldızlar yok olmaz dedi. Ba'zısının aklı, hiç de işlemediği için, kendilerine müslimân diyor. Ahkâm-ı islâmiyyeden çoğunu da yapıyor. Şuna dahâ çok şaşılır ki, ba'zı müslimânlar, bunların sözüne, kitâblarına inanıp, bunları müslimân, hattâ islâm âlimi, din büyüğü sanıyor. Bunların küfrlerini, kâfir olduklarını söyliyenlere kızıyor. Bu kâfirleri medh ve müdâfe'a ediyorlar. Hâlbuki bunlar, Kur'ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere inanmıyor. Bütün Peygamberlerin sözbirliği ile, bildirdiklerini inkâr ediyor. Tevkîr sûresinin, (Güneşin zıyâsı kalmadığı, karardığı ve yıldızlar solduğu zemân) meâlindeki ve İnşikak sûresinin, (Gökler yarıldığı ve Rablerinin emrlerini işitdikleri zemân) ve (Gökler, Allahü teâlânın emrlerini elbette yapar) meâlindeki ve En-Nebe' sûresinin, (O gün, gökler, elbette yarılır) meâlindeki âyetleri ve bunlar gibi âyet-i kerîmeler çok vardır. Bu kimseler, bilmiyor ki, müslimân olmak için, yalnız kelime-i şehâdeti söylemek yetişmez. İnanmak lâzım olan şeylerin hepsine inanmak, tasdîk etmek ve küfrden, ya'nî küfre sebeb olan sözlerden ve işlerden uzaklaşmak ve kâfirleri sevmemek, müslimân olmak için şartdır. İnsan, ancak bu sûretle müslimân olur. Bu şart bulunmadıkca müslimânlık olmaz.
Âhıretde, dünyâdaki işlerden süâl ve
hesâb vardır. Âhırete mahsûs
olan
bir terâzî ve Sırât köprüsü denilen bir geçid vardır. Bunları Muhbir-i
sâdık 'aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm' haber vermişdir.
Peygamberlik
ne demek olduğunu bilmiyen ba'zı câhillerin, bunlara inanmaması,
bunların
yok olmasını göstermez. Var olan şeylere yok demek kıymetsiz, boş söz
olur.Peygamberlik
makâmı, aklın üstündedir. Peygamberlerin doğru sözlerini, akla
uydurmağa
çalışmak, Peygamberliğe inanmamak, güvenmemek olur. Âhıret işlerinde,
Peygamberlere 'a.s.', akla danışmadan tâbi'
olmak, uymak lâzımdır.
Peygamberlik makâmı, aklın hudûdunun, çerçevesinin dışında, üstündedir.
Akl, eremediği şeyleri, kendine uymıyor sanır. Akl, Peygamberlere
'a.s.' uymadıkca, yüksek derecelere çıkamaz, eremez. Uygun
olmamak,
ya'nî muhâlif olmak başkadır, erememek, anlıyamamak başkadır. Çünki
uymamak,
ancak anladıkdan sonra olabilir.
Cennet ve Cehennem vardır. Kıyâmet günü, hesâbdan sonra, birçokları
Cennete gönderilecek, birçoğu da, Cehenneme sokulacakdır. Cennetin
sevâbı,
ni'metleri ve Cehennemin azâbı ebedîdir, sonsuzdur. Bunlar, Kur'ân-ı
kerîmde
ve hadîs-i şerîflerde açıkca bildirilmekdedir. Muhyiddîn-i Arabî
'k.s.' (Füsûs) kitâbında, (Sonunda herkes rahmete kavuşacakdır) diyor
ve (Rahmetim herşeyi kapladı) âyet-i kerîmesini bildirip, (Kâfirler,
Cehennemde
üçbin sene kalarak, sonra Cehennem, bunlara serin ve râhat olacakdır,
nasıl
ki ateş, dünyâda İbrâhîm aleyhisselâma selâmet olmuşdu. Allahü teâlâ
azâb
va'd etdiği sözünden dönebilir) diyor. (Ehl-i dilden, hiçkimse,
kâfirlerin
Cehennemde ebedî kalacağını söylemedi) diyerek, burada da, doğru yoldan
ayrılmakdadır. A'râf sûresinin, (Rahmetim herşeyi içine aldı)
meâlindeki
yüzellibeşinci âyet-i kerîmesinin, dünyâda rahmetin, mü'minlere ve
kâfirlere
berâber olduğunu gösterdiğini anlıyamadı. Âhıretde, kâfirlere rahmetin
zerresi bile yokdur. Cenâb-ı Hak, Kur'ân-ı kerîmde bunu bildiriyor ve
(Rahmetim
herşeyi kaplamışdır) buyurdukdan sonra meâlen, (Rahmetim, benden
korkup,
harâmlardan kaçanlar ve zekâtlarını verenler ve Kur'ân-ı kerîmime
inananlar
içindir) buyuruyor. Muhyiddîn-i Arabî 'k.s.', âyet-i
kerîmenin
başını okuyup, sonunu bırakıyor. Yine A'râf sûresinin ellibeşinci
âyetinde
meâlen, (Rahmetim, îmânı ve ihsânı olanlaradır) buyuruldu. İbrâhîm
sûresinin,
(Allahü teâlâ, Peygamberlerine verdiği sözden döner sanmayınız)
meâlindeki
kırkyedinci âyet-i kerîmesi, diğerlerine verdiği sözden döner demek
değildir.
Burada, yalnız Peygamberlerine verdiği sözden dönmez buyurması belki,
Peygamberlerinin
kâfirlerden dahâ kuvvetli ve onlara gâlib olması için verdiği sözden
demekdir
ki, böylece hem Peygamberlerine, hem de bunların düşmanı olan kâfirlere
söz verilmekdedir. O hâlde, bu âyet-i kerîme, hem Peygamberlerine, hem
de düşmanlarına verdiği sözden dönmiyeceğini bildiriyor ki, sözünü
isbât
için yazdığı bu âyet-i kerîme, onun yanıldığını meydâna çıkarıyor. Şunu
da söyliyelim ki, düşmanlarına verdiği sözden dönmesi, dostlarına
verdiği
sözden dönmek gibi, yalancılık olur ki, Allahü teâlâya bunu söylemek
çok
yersizdir. Çünki, kâfirlere azâb etmiyeceğini biliyorken, bir fâide
için,
bilgisinin aksine olarak, sonsuz azâb edeceğim diyor demek, çok çirkin
bir sözdür. Ehl-i dilin, kâfirlerin Cehennemde kalmıyacaklarını
söylemeleri
de, Muhyiddîn-i Arabînin 'kaddesallahü teâlâ sirrehül'azîz' keşf ile,
ya'nî
kalbi ile anlıyarak, söylediği sözlerdendir. Kalbe doğan şeylerde, çok
hatâ olur. Din büyüklerinin, Peygamberimizden 's.a.s'
ve Eshâb-ı kirâmdan 'rıdvânullahi aleyhim ecma'în' alarak yazdıklarına
muhâlif olan, böyle keşflerin, kıymeti ve ehemmiyyeti yokdur.
Melekler, Allahü teâlânın kullarıdır. Günâh işlemez ve yanılmaz ve unutmazlar. Tahrîm sûresi altıncı âyet-i kerîmesinde meâlen, (Melekler, emr olundukları şeyde Allahü teâlâya karşı gelmezler ve emr olundukları şeyi yaparlar) buyuruldu. Yimezler ve içmezler. Erkek ve dişi değildirler. Kur'ân-ı kerîmde, meleklerin, erkeklere mahsûs kelime ve harfler ile bildirilmesi, erkeklerin kadınlardan dahâ şerefli ve dahâ üstün oldukları içindir. Nitekim, Allahü teâlâ, kendini de, bunun için, böyle kelime ve harflerle bildirmekdedir.
Allahü teâlâ, insanlardan ba'zısını
Peygamber olarak seçdiği gibi,
meleklerden
de ba'zılarını, Peygamber olarak ayırmışdır. Ehl-i sünnet âlimlerinin
çoğu
buyurdu ki, (İnsanların büyükleri, meleklerin büyüklerinden dahâ
üstündür).
İmâm-ı Gazâlî, imâm-ı Mâlik ve şeyh Muhyiddîn-i Arabî, (Meleklerin
büyükleri,
dahâ üstündür) dedi. Bu fakîrin anladığına göre, meleklerin evliyâlık
tarafı
Peygamberlerin evliyâlığından üstündür. Fekat, Nebîlerin ve Resûllerin
yetişdiği bir derece vardır ki, melek oraya yetişemez. Bu şerefli
derece,
Peygamberlere 'a.s.' toprak maddelerinden
gelmişdir.
Bu da, insana mahsûsdur. Yine bu fakîre gösterildi ki, Peygamberliğin
yüksekliği
yanında, evliyâlığın yüksekliği, hiç kalmakda, büyük deniz yanında, bir
damla kadar da görünmemekdedir. O hâlde, Peygamberlik yolundan gelen
üstünlük,
evliyâlık yolundan kavuşulan yükseklikden, katkat dahâ üstündür. O
hâlde,
her bakımdan, toplu üstünlük Peygamberlerde, bir bakımdan üstünlük
meleklerdedir.
Sözün doğrusu, Ehl-i sünnet âlimlerinin çoğunun dediğidir. Allahü
teâlâ,
onların çalışmalarının mükâfatını bol bol ihsân eylesin! Demek oluyor
ki,
Evliyâdan hiçbiri, hiçbir Peygamberin derecesine çıkamaz. Velînin başı,
dâimâ bir Peygamberin ayağı altındadır.
Şunu iyi bilmeli ki, herhangi bir sözde, âlimler ile sôfiyye arasında
uygunsuzluk bulunursa, iyi ve ince düşünülünce, âlimlerin haklı ve
doğru
olduğu görülüyor. Bunun sebebi, âlimler Peygamberlere
'a.s.' tâbi' oldukları için, onların Peygamberlik derecelerine ve
o derecelerin ilmlerine bakıyor. Bilgilerini oradan alıyorlar. Sôfiler
ise, Peygamberlerin evliyâlık derecelerine ve buradaki ma'rifetlere
bakıyorlar.
Peygamberlik derecesinden alınan ilmler evliyâlık derecelerinden alınan
ilmlerden, elbette dahâ doğrudur. Bu sözlerimi dahâ geniş, dahâ derin
olarak
aklı, ilmi yüksek, hakîkatleri anlamış, Allahü teâlânın rahmetlerine ve
feyzlerine kavuşmuş, kıymetli oğlum, Muhammed
Sâdıka
yazdığım mektûbda bildirdim. Arzû eden, oradan okusun!
ÎMÂN: Ehl-i sünnet âlimlerinin 'rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma'în' kitâblarında, dinden olduğu, ya'nî inanılması lâzım olduğu bildirilen şeyleri, kalbin tasdîk etmesi, kabûl etmesi, inanması demekdir. Kalbin inandığını, dil ile söylemek de lâzımdır demişlerdir.
Kalbde îmân bulunduğuna alâmet, küfrden
teberrî etmek, kaçınmakdır
ve
kâfirlikden, kâfirlere mahsûs olan şeylerden meselâ beline zünnâr
bağlamak
ve bunun gibi, kâfirlik alâmeti olan şeyleri kullanmakdan sakınmakdır.
Küfrden teberrî demek, Allahü teâlânın düşmanlarını sevmemekdir.
Kâfirler,
kuvvetli, hâkim olup da, zararlarından korkulduğu zemân, kalbi ile
sevmemek,
korku olmadığı zemân, hem kalb, hem de her vâsıta ile karşı koymak
lâzımdır.
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde sevgili Peygamberine 's.a.s' kâfirleri
ve münâfıkları sevmemeği, çalışıp, onlardan üstün
olmağı emr ediyor. Çünki, Allahü teâlânın ve Peygamberinin 's.a.s'
düşmanlarından uzak olmadıkça O ve Resûlü sevilmiş
olmaz
ve seviyorum demek doğru olmaz. Bir kimse, îmânım var dese, fekat
küfrden
teberrî etmese, hem müslimânlığa, hem de dinsizliğe inanmış, iki dinli
olmuş olur ki, bunlara (Mürted) denir. Bunlara münâfık gözü ile bakmak
lâzımdır. Kalbde îmân bulunması için, küfrden teberrî, elbette
lâzımdır.
Bu teberrînin en aşağı derecesi kalb ile teberrîdir. En yüksek, en iyi
derecesi de, hem kalb ile, hem kalıp ile olmakdır. Ya'nî, kalbdeki
ayrılığı
söz ile, hareket ile belli etmekdir. Fârisî mısra' tercemesi:
Düşmânlık etmedikce, dostluk olamaz!
Ba'zıları, sevginin bu şartını, Ehl-i beyti 'radıyallahü teâlâ anhüm', sevmekde yanlış kullanıyor. Bunları sevmek için, Peygamberimizin üç halîfesine 'radıyallahü teâlâ anhüm' ve müslimânlardan bir çoğuna düşmanlık etmek lâzımdır diyor. Bu sözleri, çok yanlışdır. Çünki sevginin alâmeti, sevgilinin düşmanlarını sevmemekdir. Yoksa sevgiliden başka, herkese düşmanlık demek değildir. Aklı olan herkes bilir ki, Peygamberimizin 's.a.s' Eshâbı, Ehl-i beyte düşman değil idi. Hele Eshâb-ı kirâmın en büyükleri olan bu üç halîfe, Peygamberimizin 's.a.s' uğruna mallarını, cânlarını fedâ etdi. Mevkı'lerini, şöhret ve i'tibârlarını, Onun için terk etdi. Müslimânların Ehl-i beyti sevmesi, Kur'ân-ı kerîmde açıkca emr olunuyor. Resûlullahın 's.a.s' se'âdet-i ebediyyeye çağırması ve kavuşdurması ni'metinin şükrü, karşılığı olarak, Ehl-i beytin 'rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma'în' sevgisi isteniyor. O hâlde, nasıl olur da, bu büyüklerin, Ehl-i beyte düşmân olması düşünülebilir ve söylenebilir.
İbrâhîm aleyhisselâmın bu kadar büyük olması ve bütün insanlar arasında, ikinciliği kazanması ve Peygamberler babası olmakla şereflenmesi, hep Allahü teâlânın düşmanlarından teberrî etmesi sebebi ile idi. Allahü teâlâ, (Mümtehine) sûresinde meâlen, (Ey mü'minler! İbrâhîm aleyhisselâmın gösterdiği güzel yolda yürüyünüz! Ya'nî siz de, onun gibi ve onunla berâber bulunan mü'minler gibi olunuz! Onlar, kâfirlere dedi ki: Bizden sevgi beklemeyiniz! Çünki siz, Allahü teâlâyı dinlemeyip başkalarına tapıyorsunuz. O tapdıklarınızı da sevmiyoruz. Sizin uydurma dîninize inanmıyoruz. Bu ayrılık, aramızda düşmanlığa sebeb oldu. Siz, Allahü teâlânın, bir olduğuna inanmadıkca ve emrlerini kabûl etmedikce bu ayrılık, kalbimizden silinmeyecek, her şeklde kendini gösterecekdir) buyuruyor.
Bu fakîre göre 'rahmetullahi teâlâ aleyh', Allahü teâlânın rızâsını ve sevgisini kazanmak için küfrden teberrî gibi, hiçbir amel ve ibâdet yokdur. Kâfirlere ve küfre, Allahü teâlânın zâtı, kendisi düşmandır. İnsanların tapındıkları bütün ma'bûdlar ve bunlara tapanlar, Allahü teâlânın zâtının düşmanlarıdır. Cehennemde sonsuz yanmak, bu alçak işin cezâsıdır. Nefslerin arzûsu ve her dürlü günâhlar ise böyle değildir. Bunlara, Allahü teâlânın düşmanlığı, kendinden değil, sıfatlarındandır. Allahü teâlânın günâhkârlara gazab etmesi, kızması, kendi gazabı ile değil, gadab sıfatı iledir. Bunlara azâb etmesi, horlaması hep sıfatları ve fi'lleri iledir. Günâhkârlar, bunun için Cehennemde sonsuz kalmıyacak, belki bunlardan çoğunu isterse afv edecekdir. Allahü teâlânın küfre ve kâfirlere düşmanlığı, zâtından olduğu için rahmet ve re'fet sıfatları, âhıretde kâfirlere yetişemiyecek ve rahmet sıfatı, zâtın düşmanlığını, ortadan kaldıramıyacakdır. Zâtın düşmanlığı, sıfatın acımasından dahâ kuvvetlidir. Sıfat ile yapılan şey, zâtın yapdığını değişdiremez. Hadîs-i kudsîde buyuruyor ki: (Rahmetim gadabımı aşmışdır). Bunun ma'nâsı, rahmet sıfatım, gadab sıfatımı aşmışdır. Ya'nî, mü'minlerin günâhkârlarına karşı olan, gadab sıfatımı aşmışdır demekdir. Yoksa, rahmet sıfatı, kâfirlere, müşriklere karşı olan zâtın gadabını aşar demek değildir.
Süâl: Allahü teâlâ, dünyâda
kâfirlere merhamet ediyor.
Nitekim
yukarıda söylendi. O hâlde, dünyâda rahmet sıfatı, zâtın gadabını
aşmıyor
mu?
Cevâb: Kâfirlere dünyâda merhamet edilmesi görünüşdedir. Ya'nî,
merhamet şeklinde görünen, istidrâcdır, hîledir. Nitekim, (Mü'minûn)
sûresinde
meâlen, (Kâfirlere çok mal ve evlâd vererek onlara yardım mı, iyilik mi
ediyoruz? Küfrlerine karşılık olarak onlara, bol bol iyilikleri, çabuk
çabuk gönderiyor muyuz zan ediyorlar? Hayır, öyle değildir. Bu yardım,
onlara iyilik değil, belki istidrâcdır. Azmaları, kudurmaları ve
Cehenneme
gitmeleri içindir) buyuruyor. A'râf ve Nûn sûresinde, (Onları yavaş
yavaş
azâba yaklaşdırıyorum. Haberleri olmuyor. Onlar azdıkca, dünyâ
ni'metlerini
artdırarak, fırsat veriyorum. Aldanıyorlar. Onlara hâzırladığım azâb
çok
şiddetlidir) meâlindeki âyet-i kerîmesi de böyle olduğunu açıkca
göstermekdedir.
FÂİDE: Cehennemde sonsuz olarak yanmak, küfrün karşılığıdır. Burada denilir ki, bir kimse, îmânı varken, kâfirlerin rüsûm ve âdetlerini yapar, onların ibâdetlerine, âdetlerine, bayramlarına kıymet verirse, âlimlerimiz, bu kimsenin îmânının gideceğini, mürted olacağını bildiriyor. Zemânımız müslimânlarının çoğu, bu belâya yakalanmışdır. Âlimlerimizin bu sözüne göre, zemânımızda, Hindistândaki müslimân denilen insanların çoğu, Cehennemde ebedî azâb çekeceklerdir. Hâlbuki, Peygamberimiz 's.a.s' buyurdu ki, (Kalbinde zerre kadar îmânı olan Cehennemde sonsuz olarak kalmıyacak, çıkarılacakdır). Sen buna ne dersin?
Cevâb: Şöyle deriz ki, bir kimse, dinde inanılması lâzım olan şeylerden, bir dânesine bile inanmamış veyâ şübhe etmiş ise veyâ beğenmemiş ise îmânı gider. Kâfir olur. Cehennemde ebedî yanacakdır. Bir kimse, Kelime-i tevhîd söyleyip, bunun ma'nâsını kabûl eder, Muhammed 'aleyhisselâm', Allahü teâlânın Peygamberidir, her sözü doğrudur, güzeldir deyip, ona uygun olmıyanlar yanlışdır, fenâdır diye inanırsa ve son nefesinde de öyle ölüp, âhırete, bu îmân ile giderse, bu kimse, kâfirlere mahsûs olan âdetlere ve bayramlara katılır, kâfirlerin mukaddes bildikleri günlerinde ve gecelerinde, onların yapdıklarını yaparsa Cehenneme girer. Amma, kalbinde zerre kadar îmânı olduğu için, Cehennemde sonsuz kalmaz. Bu fakîr, birgün, bir hasta ziyâretine gitmişdim. Ölüm hâlinde idi. Kalbine teveccüh etdim. Kalbi kararmış idi. O zulmetin temizlenmesi için çok uğraşdım. Fâide vermedi. Uzun zemân yokladıkdan sonra, o siyâhlıkların, kâfirlik bulaşıklıkları ve sıfatları olduğu ve kâfirler ile ve küfr ile olan bağlılığından, berâberliğinden olduğu anlaşıldı. O kadar uğraşdığım hâlde, o zulmetler temizlenemedi. Bunların ancak, küfrün cezâsı olan, Cehennem ateşi ile temizleneceği anlaşıldı. Fekat, kalbinde zerre kadar îmân nûru da görüldüğünden, bunun sâyesinde Cehennemden çıkarılacakdır. Hastayı bu hâlde görünce, cenâze nemâzını kılayım mı, diye düşünceye daldım. Kalbimi uzun zemân yokladıkdan sonra, kılmak lâzım olduğunu anladım. Demek ki, kalbinde îmân varken, kâfirlerle düşüp kalkan, onların bayramlarına, paskalyalarına uyanların cenâze nemâzlarını kılmalıdır. Bunları kâfir bilmemelidir. Nitekim bu gibilere, bugün böyle yapılmakdadır. Bunların, îmânları sâyesinde Cehennemden çıkacaklarına inanmalıdır. Fekat, hiç îmânı olmıyanlara afv ve mağfiret yokdur ve küfrlerinin karşılığı olarak Cehennem azâbında sonsuz kalacaklardır.
Hulâsa, kâfirlerin âdet ve merâsimlerine katılanda, zerre kadar îmân varsa, Cehennem azâbına girecek ise de, Cehennemde ebedî kalmıyacakdır. Îmânı olanlardan büyük günâh işleyenlere gelince, Allahü teâlâ, bu günâhları isterse afv eder, isterse günâhı temizleninceye kadar, Cehennemde azâb eder. Bu fakîrin 'kaddesallahü teâlâ sirrehül'azîz' anladığına göre, Cehennem azâbı ister sonsuz olsun, ister bir zemân olsun, küfr için ve küfr sıfatları ve bulaşıklıkları içindir. Küfrden teberrî eden, kaçınan, îmân sâhiblerinin yapdıkları büyük günâhlar, yâ îmânları hurmetine, cenâb-ı Hakkın merhameti ile veyâ kalb ile tevbe ve dil ile istigfâr ederek ve beden ile hayrlı bir iş yaparak veyâ şefâ'ate kavuşmaları ile afv olunur. Günâhda kul hakkı varsa, hak sâhibi ile halâllaşmak lâzımdır. Böyle afv olmıyanlar, dünyâ sıkıntıları ve derdleri ile veyâ son nefesde cân verirken, çekecekleri zahmetler ile temizlenir. Bunlarla da temizlenmezse, ba'zıları kabr azâbı çekmekle afva kavuşur. Ba'zıları ise, kabr azâbı ve sıkıntıları ve kıyâmet gününün şiddetleri ile afv olunup, günâhları biter ve Cehennem azâbı ile temizlenmeğe lüzûm kalmaz. Nitekim, En'âm sûresi, seksenikinci âyetinde meâlen, (Îmân edip de îmânlarını şirk ile bulaşdırmıyanlar, Cehennemde ebedî kalmakdan emîndirler. Onlar için, bu korku yokdur) buyuruldu. Bu âyet-i kerîme, sözümüzün doğru olduğunu göstermekdedir. Çünki burada (Zulm), şirk demekdir. Herşeyin doğrusunu ancak Allahü teâlâ bilir.
Süâl: Allahü teâlâ, küfrden başka, ba'zı günâhları işliyenlerin de Cehenneme gireceklerini bildiriyor. Meselâ, bir mü'mini, bile bile öldürenin cezâsı Cehennemde sonsuz kalmakdır buyuruyor. Peygamberimiz 's.a.s': (Bir nemâzı bile bile, vaktinde kılmayıp, kazâ etmiyene, Cehennemde bir Hukbe azâb edeceklerdir) buyuruyor O hâlde, Cehennem azâbı, yalnız kâfirlere değildir denilirse, cevâb veririz ki, Cehennem azâbı, müslimân öldürmenin harâm olmasına aldırış etmiyen, halâl diyerek öldüren içindir. Nitekim Ehl-i sünnet âlimleri 'rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma'în', tefsîrlerinde böyle ma'nâ vermişlerdir. Küfrden başka günâhlara Cehennemde azâb olunacağını bildiren haberler, hep bu günâhlarda küfr bulaşıklığı olduğu içindir. Meselâ, günâhı hafîf görerek, ehemmiyyet vermiyerek işlemek, islâm dîninin emrlerini aşağı görerek, nemâz kılmamak ve günâh yapmak gibi şekllerdedir. Peygamberimiz 's.a.s', (Ümmetimden büyük günâhları işliyenlere şefâ'at edeceğim) buyuruyor. Bir kerre de, (Allahü teâlânın rahmeti, benim ümmetim içindir. Bunlara âhıretde azâb yokdur) buyurdu. Yukarıda, ma'nâsı yazılan âyet-i kerîme de, bu sözümüzü kuvvetlendirmekdedir.
Kâfirlerin, âkıl ve bâlig olmadan ölen çocuklarının ve dağda, çölde doğup büyüyerek, bir din işitmeden ölen ve eski zemânlarda bir dînin, zâlimler tarafından bozulduğu, değişdirildiği ve yeni bir Peygamber gelmeden önce ölen dinsizlerin âhıretde ne olacaklarını, oğlum Muhammed Sa'îde 'rahmetullahi aleyh' yazdığım mektûbda, uzun olarak bildirmişdim, oradan okuyup anlayınız!
Îmânın artmasında ve eksilmesinde, âlimlerimiz başka başka söyledi. İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe 'radıyallahü anh', îmân, artmaz ve azalmaz buyurdu. İmâm-ı Şâfi'î 'rahmetullahi aleyh', artar ve azalır, dedi. Îmân, kalbin tasdîk ve yakîni olduğundan azalması, çoğalması olmaz. Azalıp çoğalan bir inanış, îmân olmaz. Buna, (Zan) denir. İbâdetleri, Allahü teâlânın sevdiği şeyleri yapmakla, îmân cilâlanır, nûrlanır, parlar. Harâm işleyince, bulanır. O hâlde, çoğalmak ve azalmak, amelden, işlerden dolayı, îmânın cilâsındadır. Kendisinde değildir. Ba'zıları cilâlı, parlak îmâna, çok dedi ve parlak olmıyan îmândan, dahâ çokdur, dedi. Bunlar, sanki, cilâlı olmıyan îmândan ba'zısını, îmân bilmedi. Cilâlılardan ba'zısını da, îmân bilip, fekat az dedi. Îmân, parlaklıkları başka başka olan, karşılıklı iki ayna gibi oluyor. Cilâsı fazla olup, karşısındaki cismi parlak gösteren ayna, az parlak gösteren aynadan, dahâ çokdur demeğe benzer. Başka birisi de, iki ayna müsâvîdir. Yalnız, cilâları ve karşılarındakileri göstermeleri, ya'nî hâssaları, sıfatları başka başkadır demesi gibidir. Bu iki adamdan ikincisinin görüşü, dahâ keskin ve doğrudur. Birincisi görünüşe bakmış, öze, içe girmemişdir. Anlatması bu fakîre 'rahmetullahi teâlâ aleyh' nasîb olan bu misâl, îmânın azalıp çoğalmadığına inanmıyanların, sözlerini ortadan kaldırmış oldu ve her mü'minin îmânı, her bakımdan, Peygamberlerin 'a.s.', îmânlarına benzemedi. Çünki, onların îmânı, çok nûrlu ve çok parlak olduğundan, ümmetlerinin karanlık ve bulanık îmânlarından katkat dahâ çok meyveler ve kazançlar hâsıl edecekdir. Bir hadîs-i şerîfde, (Ebû Bekr-i Sıddîkın 'radıyallahü anh' îmânı, bu ümmetin hepsinin îmânlarının toplamından dahâ ağırdır) buyuruldu. Bu da, îmânın nûru, parlaklığı bakımındandır. Fazlalık, aslda, özde değil, sıfatlardadır. Nitekim, Peygamberler de, herkes gibi insandır. İnsanlık bakımından, arada fark yokdur. Fark, kâmil, üstün sıfatlardan ileri gelmekdedir. Üstün sıfatları olmıyan, sanki olanlardan ayrıdır. Bununla berâber, insan olmakda hepsi birdir. Aralarında azlık, çokluk yokdur. İnsanlık, azalır, çoğalır denilemez. Ba'zıları îmânı anlatırken, (Dil ile tasdîk, dil ile söylemekdir) demişlerdir ki, bu vakt, inanmak da, zan etmek de, îmân oluyor ve îmân, azalıp çoğalabiliyor. Fekat, îmânın doğrusu, kalbin tasdîk, iz'ân etmesi, ya'nî inanmasıdır. Zan ve şübheye, îmân denmez.
İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe 'rahmetullahi aleyh', (Ben hak olarak, ya'nî elbette mü'minim demelidir) diyor. İmâm-ı Şâfi'î 'rahmetullahi aleyh' ise, (İnşâallah mü'minim demelidir) diyor. Bu ikisi arasındaki fark, yalnız sözdedir. Çünki şimdiki îmân söylenirken, elbette mü'minim, demelidir. Son nefesindeki îmân söylenirken, inşâallah, o zemân da mü'minim demelidir. Fekat, inşâallah diyerek şarta bağlamakdansa, her zemân, elbette demek, dahâ ihtiyâtlı ve dahâ uygundur.
Evliyânın 'kaddesallahü teâlâ esrârehüm' kerâmetine inanmak lâzımdır. Allahü teâlâ, bu dünyâda, her işi, âdet-i ilâhiyyesi, kanûn-i ilâhîsi ile yaratmakdadır Evliyâsının elinden, âdet-i ilâhiyyesi dışında, ba'zı şeyler yaratır, yapar ki, buna (Kerâmet) denir. Kerâmete inanmıyan, dünyânın her tarafında, her zemân, sık sık görülmüş ve ağızdan ağıza yayılmış olan vak'alara inanmamış olur. Allahü teâlânın, Peygamberlerin 'a.s.' elinde ve onların sözleri ile, âdet-i ilâhiyyesini bozarak, kimsenin yapamıyacağı şeyler yaratmasına, (Mu'cize) denir ki, mu'cize gösteren bir kimse, Peygamber olduğunu i'lân eder. Kerâmet gösteren kimse ise, Peygamber olmadığını ve bir Peygamberin 'aleyhisselâm' yolunda bulunduğunu söyler.
Hulefâ-i râşidînin, 'rıdvânullahi aleyhim ecma'în' birbirinden üstünlükleri, hilâfetleri sırası iledir. Ebû Bekr ile Ömerin 'radıyallahü anhümâ', mü'minlerin hepsinden üstün olduğunu, Sahâbîlerin hepsi ve Tâbi'înin hepsi söylemişdir. Bu sözleri, din imâmlarımızdan çoğu, kitâblarında yazmışdır. Bunlardan biri, imâm-ı Şâfi'î 'rahmetullahi aleyh'dir. Ehl-i sünnet i'tikâdını toplamış ve yazmış olan büyük âlim, Ebül-Hasen-i Eş'arî diyor ki, önce Ebû Bekrin, sonra Ömerin, bütün mü'minlerden üstün olduğu meydândadır, muhakkakdır. Büyük âlimlerden imâm-ı Zehebî diyor ki: (Alî 'radıyallahü anh' halîfe iken, büyük bir galabalık içerisinde (Ebû Bekr ve Ömer 'radıyallahü anhümâ', bu ümmetin en üstünüdür) buyurduğunu işitenlerden seksenden ziyâde kimse, bize söyledi. Bunlardan çoğunun ismini bildiriyor ve buna inanmıyanlar çok çirkin, çok kötü kimselerdir. Allahü teâlâ, onları kıyâmetde, fenâ hâlde karşılayacakdır diyor. Dîn-i islâmda, Kur'ân-ı kerîmden sonra en kıymetli ve en inanılır kitâb olan (Buhârî-yi şerîf) kitâbının sâhibi, imâm-ı Buhârî diyor ki: Alî 'radıyallahü anh' buyurdu ki, (Peygamberimizden 's.a.s' sonra, bu ümmetin en iyisi, en yükseği Ebû Bekr, sonra Ömerdir 'radıyallahü anhümâ'. Sonra bir başkasıdır). Bu sırada oğlu, Muhammed ibni Hanefiyye, o da sensin! deyince: (Ben de, her müslimân gibi, bu ümmetden biriyim) buyurmuşdur. İmâm-ı Zehebî ve başka âlimler dedi ki: İmâm-ı Alî 'radıyallahü anh' buyurdu ki, (Dikkat ediniz, iyi dinleyiniz! Ba'zı kimselerin beni, Ebû Bekr ile Ömerden 'radıyallahü anhümâ' üstün tutduklarını işitdim. Bunlardan biri elime geçerse, iftirâ edenlerin cezâsını ona yaparım. Çünki o, iftirâcıdır). Dâre-Kutnî diyor ki: İmâm-ı Alî 'radıyallahü anh' buyurdu ki, (Beni Ebû Bekrden ve Ömerden 'radıyallahü anhümâ' üstün tutan bir kimse, elime geçerse, iftirâ edenlere yapdığım gibi ona dayak cezâsı veririm). Bunlar gibi, dahâ nice haberler, Sahâbe-i kirâmın 'radıyallahü anhüm' çoğundan, o kadar gelmişdir ki, kimsenin inkâr etmesine yol ve imkân kalmamışdır. Hattâ, şî'îlerin büyük âlimlerinden olan, Abdürrazzak diyor ki, Alî, Ebû Bekri ve Ömeri 'radıyallahü anhüm', kendinden üstün tutduğu için, ben de onları üstün tutuyorum. Çünki onları üstün tutmaz isem, imâm-ı Alîyi 'radıyallahü anh' çok sevdiğim hâlde, ona uymamış olurum. Bu da, benim için büyük bir günâh olur.
İmâm-ı Osmânın imâm-ı Alîden 'radıyallahü anhümâ' yüksek olduğuna gelince, Ehl-i sünnet âlimlerinin çoğu dedi ki: (Şeyhayndan sonra, müslimânların yükseği Osmândır. Ondan sonra, Alîdir 'radıyallahü anhüm'. Dört mezheb imâmlarımız da, böyle buyurdu. İmâm-ı Mâlik, Osmânın 'radıyallahü anh' üstünlüğünden şübhe etdi, deniliyorsa da, (Şifâ) kitâbının sâhibi Kâdî Iyâd, (Sonradan Osmânın 'radıyallahü anh' üstün olduğunu söyledi) diyor. İmâm-ı Kurtubî de, (Doğrusu inşâallah budur) diyor. İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfenin, (Ehl-i sünnetin alâmeti, Şeyhaynın üstünlüğüne inanmak ve iki dâmâdı sevmekdir) sözünden, iki dâmâddan birini, diğerinden üstün görmediği anlaşılıyor diyenler varsa da, bu fakîrin anladığına göre, İmâmın böyle söylemesinin, başka sebebi vardır. Ya'nî, iki dâmâdın 'radıyallahü anhümâ' hilâfetleri zemânında, müslimânlar arasında karışıklık çıkmış, fitneler başlamış olduğundan, kalblerde soğukluk ve kırıklık olduğunu gören İmâm, iki dâmâdı sevmek kelimesini uygun bulmuş ve bunların sevgisine, Ehl-i sünnetin alâmetidir demişdir. İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe için Osmânın 'radıyallahü anh' dahâ yüksek olduğunda şübheliydi, denilebilir mi? Çünki, Hanefî mezhebindeki âlimlerin kitâbları hep (Üstünlük, hilâfetleri sırası iledir), yazısı ile doludur. Hulâsa, Şeyhaynın üstün olduğu kat'îdir. Osmânın, Alîden 'radıyallahü anhüm' dahâ üstün olması, bu kadar kat'î değildir. Fekat, Osmânın, hatta Şeyhaynın üstünlüğünü inkâr edenlere kâfir demekden kaçınmalıdır. Bunları bid'at sâhibi ve doğru yoldan ayrılmış müslimân bilmelidir. Çünki, âlimlerimizin bir kısmı bunlara kâfir dememişdir. Bunların hâli, alçak Yezîdin hâline benziyor ki, âlimlerimiz, ne olur ne olmaz diye ona la'nete izn vermemişdir.
Hulefâ-i râşidîni sevmemek yolu ile, Peygamber 's.a.s'i incitmek, imâm-ı Haseni ve Hüseyni 'radıyallahü anhümâ' sevmemek yolu ile incitmek gibidir. Peygamberimiz 's.a.s' buyurdu ki, (Eshâbımı incitmekde, Allahü teâlâdan korkunuz! Benden sonra, onları kötü bilmeyiniz. Onları seven, beni sevdiği için sever. Onlara düşmanlık eden, bana düşmanlık etmiş olur. Onları inciten, beni incitir. Beni inciten de, Allahü teâlâya eziyyet etmiş olur ki, buna azâb eder). Ahzâb sûresi, elliyedinci âyetinde meâlen, (Allahü teâlâya ve Onun Peygamberine 's.a.s' eziyyet edenlere dünyâda ve âhıretde la'net olsun!) buyuruldu. Büyük islâm âlimi, Sa'deddîn-i Teftâzânî (Akâid-i Nesefiyye) şerhinde, (Bu üstünlük sırasında insâf etmelidir) diyorsa da, onun bu sözü, insâfsızdır ve şübhe etmesi yersizdir. Çünki büyüklerimiz diyor ki, burada üstünlük demek, sevâbları dahâ çok demekdir. İyilikleri, doğrulukları ile, herkese fâideli olmasının çokluğu demek değildir. Aklı olan, bunlara kıymet vermez. Sahâbe-i kirâm ve Tâbi'în-i ızâm, bize imâm-ı Alînin 'radıyallahü anh' iyiliklerini gösteren, o kadar hâller ve hâdiseler bildiriyor ki, başka hiçbir Sahâbîden bu kadar bildirmediler. Bununla berâber, yine onlar, üç halîfenin dahâ yüksek olduğunu bildirmişdir. Görülüyor ki, üstün olmağa sebeb, fazîletlerin, menkıbelerin çok olması değildir. Üstünlük başka sebebden ileri gelmekdedir. Bu sebebi anlıyanlar ancak, vahyi, meleğin gelmesini görmekle şereflenen, seçilmiş bahtiyârlardır. Bunlar, üstünlük sebeblerini açıkca veyâ işâretle görüp anlamışdır. Onlar da, Peygamberimizin Eshâb-ı kirâmıdır 'aleyhi ve a.s.'. O hâlde, (Akâid-i Nesefî) şârihinin, (Üstünlükden maksad, sevâbların çokluğu ise, bu üstünlük sırasında şübhenin yeridir) demesi yersizdir. Çünki bu üstünlük sırası, islâmiyyetin sâhibi tarafından açıkca bildirilmeseydi, o zemân şübhenin yeri olurdu. Bildirildikden sonra, niçin şübhe ediyor? Eshâb-ı kirâm, bu üstünlüğü açıkca veyâ işâretle anlamasalardı, hiç bildirirler miydi? Dördünü de berâber bilen ve aralarında üstünlük aramak lüzûmsuzdur diyenlerin, bu sözü lüzûmsuzdur. Din büyüklerinin söz birliğine, lüzûmsuz lâf demekden dahâ lüzûmsuz, dahâ boş lâf olur mu? Yoksa, üstün kelimesi mi, onların böyle boşu boşuna söylemesine yol açıyor. Muhyiddîn-i Arabînin, (Hilâfetlerin sırası, ömrlerinin sırasına göre idi) demesi de, müsâvî olmalarını göstermez. Çünki halîfelik başkadır, üstünlük başkadır. Bu sözü, üstünlük bakımından söyledi dersek, yine güvenilecek, şâhid tutulacak bir söz olmayıp, onun hatâlı sözlerinden biri olmuş olur. Onun, Ehl-i sünnet âlimlerinin sözlerine uymıyan birkaç keşfi, buluşları, doğru değildir. Böyle sözlere ancak, rûhları hasta, kalbleri bozuk olan veyâ herşeyi körü körüne taklîd eden uyar.
Eshâb-ı kirâm 'aleyhimürrıdvân' arasındaki muhârebelerin, ayrılıkların, iyi sebeblerden ileri geldiğine, dünyâ ni'metleri için, nefsin arzûları için olmadığına inanmak lâzımdır. Sa'deddîn-i Teftâzânî, hazret-i Alîyi 'radıyallahü anh' aşırı sevenlerden olduğu hâlde, diyor ki: (Onların ayrılıkları ve muhârebeleri hilâfet için değildi. İctihâdda yanılmakdan ileri gelmişdi). Hayâlî, bu hâşiyesinde diyor ki: (Hazret-i Mu'âviye 'radıyallahü anh' ve onunla berâber olanlar, hazret-i Alîye 'radıyallahü anh' uymadı. Bununla berâber onun, o zemânda bulunanların en üstünü olduğunu ve halîfelik onun hakkı olduğunu biliyor ve söyliyorlardı. Hazret-i Osmânı 'radıyallahü anh' şehîd edenleri yakalıyarak cezâlarını vermediği için, ısyân etmişlerdi). Karamânî hâşiyesinde, diyor ki, imâm-ı Alî 'kerremallahü vecheh' buyurdu ki: (Kardeşlerimiz bizi dinlemedi. Onlar kâfir değildir. Günâha da girmediler. Çünki dinden, islâmiyyetden anladıklarını yapıyorlar.) İctihâdda yanılmak kabâhat olmadığı ve birşey söylenmiyeceği şübhesizdir. Sahâbe-i kirâmın, Peygamberimizin 's.a.s' sohbetinde, dersinde yetişdiklerini düşünerek, hepsini iyi bilmemiz ve hepsine hurmet göstermemiz lâzımdır. Peygamberimizi 's.a.s' sevdiğimiz için, hepsini sevmeliyiz! Zîrâ, (Onları seven, beni sevdiği için sever ve onlara düşmanlık eden, bana düşman olduğu için eder) buyurulmuşdur. Ya'nî Eshâbıma 'radıyallahü anhüm' olan sevgi, bana olan sevgidir ve onlara olan düşmanlık, bana düşmanlıkdır. Alî 'radıyallahü anh' ile muhârebe eden Eshâb-ı kirâmın bize hiçbir yakınlığı ve hiçbir tanışıklığımız yok. Hattâ bu muhârebeleri bizi üzüyor, incitiyor. Fekat, Peygamberimizin 's.a.s' Eshâbı oldukları için, onları sevmekle emr olunduk. Herbirini incitmekden, onlara düşmanlık etmekden men' olunduk. O hâlde, hepsini sevmeğe mecbûruz. Onları, Peygamberimizi 's.a.s' sevdiğimiz için severiz. Onlara düşmanlıkdan ve eziyyet etmekden kaçınırız. Çünki onların incitilmesi ve düşmanlığı, Peygamber 's.a.s' efendimize gider. Yalnız haklı olanı ve yanılanı söyleriz. Ya'nî, hazret-i Emîr 'radıyallahü anh', haklı idi. Ona karşı gelenler, hatâ etmiş idi. Bundan fazla birşey söylemek, doğru değildir. Muhammed Eşrefe yazdığım mektûbda, bunları uzun bildirmişdim. Anlamadığınız birşey kaldı ise, o mektûbu okuyunuz!
İBÂDETLER: Îmânı, i'tikâdı düzeltdikden sonra, fıkh ahkâmını, öğrenmek, elbette lâzımdır. Farzları, vâcibleri, halâl ve harâmları, sünnet ve mekrûhları ve şübhelileri lüzûmu kadar öğrenmeli ve bu bilgi ile hareket etmelidir. Fıkh kitâblarını öğrenmek, her müslimâna lâzımdır. Allahü teâlânın emrlerini yapmağa, Onun beğendiği gibi yaşamağa çalışmalıdır. Onun en çok beğendiği ve emr etdiği şey, hergün beş vakt nemâz kılmakdır. Nemâz, dînin direğidir. Nemâzın, ehemmiyyetinden ve nasıl kılınacağından birkaç şey bildireceğim. Cân kulağı ile dinleyiniz! Önce, sünnete tâm uygun olarak, abdest almalıdır. Abdest alırken yıkanması lâzım olan yerleri üç def'a ve her def'asında, her taraflarını temâm yıkamağa çok dikkat etmelidir. Böylece, sünnete uygun abdest alınmış olur. Başa mesh ederken, başın her tarafını kaplıyarak sığamalıdır. Kulakları ve enseyi iyi mesh etmelidir. Ayak parmaklarını hilâllerken,sol elin küçük parmağını, ayak parmaklarının alt tarafından, aralarına sokulması bildirilmişdir. Buna ehemmiyyet vermeli, müstehab diyip geçmemelidir. Müstehabları hafîf görmemelidir. Bunlar, Allahü teâlânın sevdiği şeylerdir ve beğendikleridir. Eğer, bütün dünyâyı vermekle, beğendiği bir işin yapılabileceği bilinmiş olsa ve dünyâyı verip o iş yapılabilse, çok kâr edilmiş olur ve birkaç saksı parçası verip kıymetli bir elması ele geçirmek gibi olur. Yâhud, birkaç çakıl parçasını verip, ölmüş bir sevgilinin rûhunu geriye getirerek, hayât kazandırmak gibidir.
Nemâz, mü'minlerin mi'râcıdır. Ya'nî, mi'râc gecesinde Peygamberimize 's.a.s' ihsân olunan ni'metler, bu dünyâda, Onun ümmetine yalnız nemâzda tatdırılmakdadır. Erkekler, farz nemâzları cemâ'at ile kılmağa çok dikkat etmeli, hattâ birinci tekbîri imâm ile berâber almağı kaçırmamalıdır.
Nemâzları vaktinde kılmak [ve vaktinde kıldığını bilmek] şartdır.
Nemâzda Kur'ân-ı kerîmi sünnet olan mikdârda okumalıdır. Rükû'de ve secdelerde hareketsiz durmak, herhâlde lâzımdır. Çünki, farz veyâ vâcibdir. Rükû'den kalkınca, öyle dik durmalıdır ki, kemikler yerlerine yerleşsin. Bundan sonra, bir mikdâr, bu şeklde durmak farzdır veyâ vâcib veyâ sünnet demişlerdir. İki secde arasında oturmak da böyledir. Bunlara herhâlde çok dikkat etmelidir. Rükû'de ve secdelerde tesbîh en az üç kerredir. Çoğu yedi veyâ onbirdir. İmâm için ise, cemâ'atin hâline göredir. Kuvvetli bir insanın, sıkıntısı olmadığı zemânlarda, yalnız kılarken, tesbîhleri, en az mikdârda söylemesi, ne kadar utanacak bir hâldir. Hiç olmazsa, beş kerre söylemelidir. Secdeye yatarken, yere dahâ yakın a'zâyı, yere dahâ evvel koymalıdır. O hâlde, önce dizler, sonra eller, dahâ sonra burun, en sonra da alın konur. Dizlerden ve ellerden, evvelâ sağlar yere konur. Secdeden kalkarken, yukarıda olan a'zâ evvel kaldırılır. O hâlde, evvelâ alın kaldırılmalıdır. Ayakda iken, secde yerine, rükû'de iken ayaklara, secdede burun ucuna ve otururken iki ellere veyâ kucağına bakılır. Bu söylediğimiz yerlere bakıp da, gözler etrâfa kaymaz ise, nemâz, cem'ıyyetle kılınabilir. Ya'nî kalb de, dünyâ düşüncelerinden kurtulabilir. Huşû' hâsıl olur. Nitekim, Peygamberimiz 's.a.s' böyle buyurmuşdur. El parmaklarını rükû'de açmak ve secdede birbirlerine yapışdırmak sünnetdir. Bunlara da dikkat etmelidir. Parmakları açık yâhud bitişik bulundurmak sebebsiz, boş şeyler değildir. İslâmiyyetin sâhibi fâidelerini düşünerek böyle yapmışdır. Bizler için, islâmiyyetin sâhibine uymak kadar büyük bir fâide yokdur 'aleyhissalevâtü vesselâm'. Bu söylediklerimiz, fıkh kitâblarında bildirilen şeyleri yapmağa teşvîkdir, heveslendirmekdir. Allahü teâlâ, bize ve size islâmiyyetin gösterdiği sâlih işleri yapmak nasîb etsin! Peygamberlerin seyyidi, efendisi, en iyisi, en üstünü hurmeti için 'aleyhi ve aleyhim ve alâ âli küllin minessalevâti efdalühâ ve minetteslîmâti ekmelühâ', bu düâmızı kabûl buyursun! Âmîn. Îmânı tashîh etdikden sonra, eğer nemâzın fâidesini ve ona mahsûs üstünlükleri anlamak isterseniz, üç mektûbu okuyunuz! Bunlardan birini oğlum Muhammed Sâdıka, ikincisini mîr Muhammed Nu'mâna, üçüncüsünü Tâceddîn hazretlerine yazmışdım. Bunlar, 260, 261 ve 263. cü mektûblardır.
Tesavvuf, ehl-i sünnet i'tikâdından ve islâmiyyetin emrlerinden başka şeylere kavuşmak için değildir. Ehl-i sünnet i'tikâdının yakînî ve vicdânî olması, ya'nî sağlamlaşması, şübhe getiren te'sîrlerle sarsılmaması içindir. Akl ile, delîl ile kuvvetlendirilen îmân, böyle sağlam olamaz. Ra'd sûresi otuzuncu âyetinde meâlen, (Kalblere îmânın sinmesi, yerleşmesi ancak ve yalnız zikr ile olur) buyuruldu. Tesavvufun ikinci gâyesi, ibâdetlerde kolaylık, lezzet hâsıl olması, nefs-i emmâreden doğan tenbelliklerin, sıkıntıların giderilmesidir. Şunu da iyi anlamalı ki, tesavvufa sarılmak, herkesin bilmediklerini görmek, gaybden haber vermek, nûrları, rûhları ve kıymetli rü'yâlar görmek için değildir. Bunların hepsi, boş ve fâidesiz şeylerdir. Her zemân görülen zıyânın, çeşidli renklerin ve tabî'atdeki güzelliklerin ne kusûrları vardır ki, insan bunları bırakıp da, başka şeyler görmek için, birçok sıkıntılara katlansın. Çünki bu zıyâ da, o nûrlar da, bu güzel şekller de, o şeyler de hepsi, Allahü teâlânın yaratdığı şeylerdir ve hepsi Onun varlığını ve kudretinin sonsuzluğunu gösteren şâhidlerdir.
Tesavvuf yolu çokdur. Bunların içinde en lüzûmlusu ve en uygunu sünnete yapışan ve bid'atlerden kaçan büyüklerimizin yoludur. Bu büyükler, her sözlerinde ve her hareketlerinde, sünnete uyup da, kendilerinde hiçbir keşf, kerâmet, hâl, görüş ve bilişler hâsıl olmaz ise, hiç üzülmezler. Fekat bunların hepsi hâsıl olup da, sünnete uymakda gevşek davranırlarsa, bunları hiç beğenmezler. İşte bunun içindir ki, bunların yolunda simâ' ve raks, yasakdır. Böyle şeylerden hâsıl olacak lezzet ve hâllere kıymet vermemişlerdir. Hattâ, yüksek sesle zikr etmeğe bid'at demişler. Bundan hâsıl olan şeylere dönüp bakmamışlardır. Birgün büyük üstâdımın huzûrunda, sofrada hizmet ediyordum. Kendilerini sevenlerden, şeyh Kemâl yemeğe başlarken, huzûrlarında yüksek sesle Besmele çekdi. Bu hâl, kendilerine çok tadsız gelip şiddetle men' etdiler ve (Bir dahâ, bizimle berâber yemekde bulunmamasını ona söyleyiniz!) dediler. Üstâdım hazretlerinden duymuşdum ki, hâce Muhammed Behâeddîn-i Buhârî 'k.s.', Buhârâ âlimlerini toplayıp, üstâdı, seyyid Emîr Gilâl hazretlerinin evine götürdü. Yüksek sesle zikr etmek bid'atdir, bundan vaz geçiniz dediler. Seyyid hazretleri de, doğru sözü, her nerede olursa olsun, anlayıp seve seve aldıkları için kabûl buyurup, artık yapmayız dediler. Bu yolun büyükleri, zikrin bile yüksek sesle yapılmasını bu derece men' edince, simâ' ve raks, coşmak, zıplamak, na'ra atmak gibi şeylere, bağırmağa ne demezler?
Bu fakîre göre islâmiyyetin izn
vermediği şeylerin, hâsıl edeceği
bütün
hâller, zevkler, hep istidrâcdır. Zîrâ, kâfirlerde ve fâsıklarda da
böyle
hâller hâsıl olmakda ve bu kâinât aynasında, onlar da, tevhîd, keşf
gibi
şeyler öğrenmekde, içlerine doğmakdadır. Eski Yunân felesoflarından ve
Hindistândaki cûkiyye ve Berehmen papaslarında da, bu hâller
görülmekdedir.
Hâllerin doğru olmasına alâmet, islâmiyyete uygun olmaları ve harâm
şeylerden
hâsıl olmamalarıdır. Mûsikî ve raks, lehv ve la'bdır, ya'nî
oyundur.
Lokmân sûresi altıncı âyetinde, (Lehv-el-hadîs) tegannî ile okumağı
yasak
etmek için indi. Abdüllah ibni Abbâsın 'radıyallahü anhümâ'
talebesinden
olan, imâm-ı Mücâhid, Tâbi'înin büyüklerindendir. Bu âyet-i kerîmenin,
tegannîyi yasak etdiğini bildirdi. (Medârik tefsîri)nde,
(Lehv-el-hadîs)
musikî demekdir diyor. Abdüllah ibni Abbâs ve Abdüllah ibni Mes'ûd
'radıyallahü
anhüm', bu âyet-i kerîmenin, tegannîyi yasak etdiğine yemîn etmişdir.
İmâm-ı
Mücâhid, Furkan sûresi, yetmişikinci âyetinin meâl-i şerîfinin,
(Günâhları
afv ve magfiret edilecek olanlardan biri, tegannî, şarkı okunan
yerlerde
bulunmıyanlardır) olduğunu bildirdi. İ'tikâdda mezhebimizin imâmı olan,
Ebû Mensûr-i Mâ-Türîdînin, (Zemânımızdaki, tegannî ile okuyan
hâfızların,
nağmelerini işiterek, Kur'ân-ı kerîmi ne güzel okudun diyen kimse,
kâfir
olur. Karısı boş olur. O zemâna kadar, yapdığı ibâdetlerinin sevâbı
gider)
dediğini, kitâblar yazmakdadır. Ebû Nasr-ı Debbûsî buyuruyor ki, kâdî
Zahîreddîn-i
Hârezmî buyurdu ki, (Bir şarkıcıdan veyâ başka bir yerden tegannî
dinliyen
veyâ başka, herhangi bir harâm işi gören kimse, harâm olduğuna inanarak
veyâ inanmıyarak, bunlara, ne güzel dese, o anda îmânı gider. Çünki
Allahü
teâlânın emrine ehemmiyyet vermemiş olur. İslâmiyyete kıymet vermiyen
kimsenin,
kâfir olacağını, bütün müctehidler, sözbirliği ile bildirmişdir. Böyle
kimselerin ibâdetleri kabûl olunmaz. Önce kazanmış olduğu sevâblar yok
edilir. Böyle felâketden Allahü teâlâya sığınırız!).
Mûsikînin harâm olduğunu bildiren, âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfler
ve fıkh âlimlerinin yazıları o kadar çokdur ki, saymak güçdür.
Tegannînin
câiz olduğunu gösteren, mensûh bir hadîs veyâ bir fetvâ görülürse,
ehemmiyyet
vermemelidir. Çünki hiçbir âlim, hiçbir zemânda, tegannînin mubâh
olduğuna
fetvâ vermemiş, raks etmeğe izn verilmemişdir. İmâm-ı Zıyâeddîn-i Şâmî
'rahmetullahi aleyh', (Mültekıt) adındaki kitâbında böyle
bildirmekdedir.
Tesavvufcuların birşeyi yapıp yapmaması, halâl veyâ harâm olmasını göstermez. Onlara bakılmaz. Yapdıklarına da birşey demeyiz. Ma'zûr görürüz. Onların hâlini, Allahü teâlâ bilir ve bildiği gibi karşılar. Birşeyin halâl veyâ harâm olduğunu anlamak için, imâm-ı a'zam Ebû Hanîfenin, imâm-ı Ebû Yûsüf Ensârînin ve imâm-ı Muhammed Şeybânînin sözlerine bakılır. Ebû Bekr-i Şiblî ve Ebül-Hüseyn-i Nûrî ve Cüneyd-i Bağdâdî 'rahmetullahi aleyhim' gibi, tesavvuf büyüklerinin yapıp yapmadıklarına bakılmaz. İslâmiyyetden ve tarîkatden haberi olmıyan, ham sofular, pîrimiz böyle yapdı diye, behâne ederek, hayhuy etmeği, tegannî ve dans etmeği, din ve ibâdet hâline sokmuşlar. Bunlarla sevâb kazanıyoruz sanmışlar. En'âm sûresinin yetmişinci ve A'râf sûresinin ellinci âyetinde meâlen, (Ey sevgili Peygamberim 's.a.s'! Dinlerini, ibâdetlerini, oyun ve eğlence hâline sokanlardan uzak ol! Onlar Cehenneme gideceklerdir) buyurulmuşdur.
Yukarıda bildirilenlerden anlaşılıyor ki, harâm olduğu kat'î olan işleri, beğenen kâfir olur. Müslimân değildir, mürted olmuşdur. O hâlde, düşünmeli ki, harâmlara kıymet verenlerin ve bunları ibâdet bilenlerin hâli ne oluyor? Cenâb-ı Hakka sonsuz hamd ve şükr olsun ki, bizi yetişdiren büyüklerimiz, bu pisliğe bulaşmadı. Kendilerine uyarak, bu şenî' şeyleri yapmakdan bizleri kurtardılar. İşitdiğime göre, büyük üstâdımın kıymetli oğulları, tegannîye tutulmuş. Cum'a geceleri toplanıp, ilâhîler, kasîdeler okumağı âdet edinmiş. Orada bulunan tanıdıklarımızın çoğu da, bunlara uyup, geliyormuş. Bunu duyunca çok, hem de pekçok hayret etdim. Başkalarının talebesi, kendi üstâdlarının yapdığını behâne ederek, onlar da yapıyor. İslâmiyyetin yasak etdiğini, pîrlerinin yapması ile örtbas ediyorlar. Hakları olmamakla berâber, kendilerine pîrlerini siper ediyorlar. Hâlbuki, bizim arkadaşlarımız, bu kabâhatlerine acabâ neyi behâne edebilecekler? Hem islâmiyyet harâm etmiş, hem de büyüklerimiz kaçınmışdır. Bu işi, islâmiyyet de, tesavvuf da beğenmiyor. İslâmiyyet men' etmeseydi bile, yalnız büyüklerimizin yolunda bulunmıyan şeyleri yapmak, ne kadar çok şenî' olurdu? Ayrıca, islâmiyyet de harâm etdiğinden, şenâ'atin büyüklüğünü düşünmelidir. Hepinize selâm ederim.