Eski
Ramazanlar...
Türkiye Gazetesi'nde
yayınlanan, Tolgay Uslubaş tarafından hazırlanan "Ramazan
Günlüğü" bölümünden alıntılar yapılarak
hazırlanmıştır.
Sultanın mütevazı sofrası
25
Eylül 2006
Padişah
sofrası, Fatih Sultan Mehmed’in saray ve devlet düzenini sağlayan
o meşhur kanunnamesinin 35. maddesinde; “Cenab-ı şerifim ile kimesne
taam yemek kanunum değildir, meğer Ehl-i iyalden ola, Ecdad-ı izamım
vüzerasiyle yerleşmiş. Ben refetmişimdir” der. Buradan
anlaşılacağı üzere Sultan Fatih tek başına veya çok yakın
olanlarla yemek yiyor ve evvelki padişahlar gibi vezirleriyle dahi
yemek yemeyi reddediyordur. Hatta Kanunnameye göre Divanda
vezirlerin de nasıl ve hangi şartlarla yemek yiyebileceği belirtilmiş,
bunların önünden kalkan taamın (yemeğin) dahi
çavuşlar, reisülküttap neferleri gibi hizmetliler
tarafından yenilmesini öngörmüştür. Böylece
bir taraftan bu hizmetlilere vezir yemeği yedirilerek onları
payelendirirken bir taraftan da israfın önlenmeye
çalışıldığı anlaşılıyor. Ancak makam sahibi görevlilerin
genellikle kendi sınıflarıyla bir arada yemek yeme zorunda olduğu
görülüyor. Sonrada Ali Ufki bey adını alan saray
ağalarından Woyciech Bodowski 17. yüzyıldaki saray
âdetlerini anlatırken “Padişahın Hasoda’da veya teras ve
bahçelerde yalnız başına yemek yediğini, yemek için kaşık
ve parmaklarını kullandığını daha sonra ellerini sabunla yıkadığını”
belirtir.
Böyle bir durum dünyanın diğer
büyük saraylarına göre önemli bir farklılık arz
eder. Fransa kralı ve Cin imparatoru da tek başına yerler ama bunu
asilzâdeleri ya da yüksek memurları önünde
yaparlar, oysa Fatih Sultan Mehmed gibi Osmanlı sultanlarını ancak
hizmetkârları ve ailesi görebilir. Pek çok insanın
hayallerini süslediği gibi padişahın yanında cariyeler falan
yoktur. Öyle ihtişamlı sofralarda oturmaz, tercih ettiği yer
sofrasıdır, abartıldığı gibi altın kaplar, mücevherlerle bezemeli
bardaklar da o sofrada yer almaz.
Günde iki öğün yemek
Fatih
Sultan Mehmed’in mutfağı ile ilgili en eski belge 11 Haziran ile 9
Temmuz 1469 tarihlerine tekabül eden hicri 873 Zilhiccesi’ne
aittir. O sırada İstanbul’da olan padişah, günde iki
öğün yemek yer, birincisi ve en önemlisi sabah, ikincisi
ise güneş batımındadır. Ne ilginçtir ki ikinci
öğün, belli bir perhizin uygulandığı izlenimini verecek kadar
sadedir: çorba, etli bir yemek, yoğurt ve genellikle çiğ
yenen salata cinsinde otlardır.
Daha
ilginci bu söz konusu esas yemek öyle günden güne
değişmez. Ne hikmettir bilinmez o koskoca padişah ayın ilk 15
günü her akşam şalgamlı ve yumurtalı kuzu ve geriye kalan 14
gün ise soğanlı tavuk kebabı yer. Bu durum çorba
için de geçerlidir. Kuzu yemeğinin yanında her gün
sarı erikli bir çorba vardır, ancak bazı günlerde
içine hıyar ya da maydanoz katılır. Mönüde tavuk
kebabı olduğu günler ise koruk ya da sarı erik suyu katılmış
balkabağı çorbası eşlik eder. Padişahın çiğ yediği salata
cinsinden otlar ise değişkenlik arz eder, gününe göre
marul, tarhun, soğan, sarımsak, tere ya da hıyar olabilir. Bu söz
konusu otlar zeytinyağı, sirke ve soslarla karışmış bir salata
türünde olmayıp sadedir, yediği de birkaç tutamı
geçmez. 26 Haziran akşamında ise padişah bu söz konusu
otlar yerine hıyar turşusu, 19’unda ise limon turşusu yer. 13’ü ve
15’inde mönüde kiraz vardır, 19 ve 27’sinde ise boza
içilir.
Sabah
yemekleri ise nispeten daha çeşitlidir. 12 Haziran sabah
mönüsünde yumurtalı lapa, mantı ve yoğurtlu erişte
(Örke) vardır. Ertesi gün yeniden mantı, kestaneli bulgur ve
muhallebi yenir.
Bayram mönüsü de sade
Fatih
mutfağı defterlerinden anladığımız kadarı ile Sultan Fatih’in sefer
yemekleri de çok çeşitli değildir. Sözgelimi;
Otlukbeli’ne giderken takip ettiği güzergâhta dokuz gün
zarfında yediklerinin çeşitleri arasında sadece koruklu ekşili
çorba, baş, paça, peynirli tarhana ve börek bulunur.
Dikkati çeken diğer bir husus ise Kurban bayramına tekabül
eden 20 Haziran ile ilgilidir. O gün kurban edilmek için 20
sığır, Yeniçerilere dağıtılmak üzere 1000 kâse,
Divân’a verilmek için dışarıdan 50 okka zülbiye
helvası alınır, ne ilginçtir ki o koskoca sultanın
mönüsünde hiçbir olağanüstülük
gözlenmez.
Fatih
Sultan Mehmed, Edirne ve İstanbul’daki o muhteşem saraylarında
oldukça sade bir hayat sürer ve onun dönemindeki
mutfak giderleri diğer padişah dönemlerine kıyasla hayli az olduğu
pek çok eserde dile getirilir. Buna rağmen Sultan Fatih’in
mutfağından fakirlere her hafta pazartesi ve perşembe günleri 250
akçe dağıtılır, sultan ise gizli veya aşikâre şehrin
varoşlarında dolaşarak şahsi malından fakir kimselere sadaka vermeyi
asla ihmal etmez.
Bir
Seyyahın Ramazan Anıları
28 Eylül 2006
Abdülhamid Han’ın Kadir Gecesi
alayı
Yılın bu tek gecesinde sultan
sarayından dışarıya namaza gider. Bunun için düzenlenen
alay görülmeye değer manzaralar verir. Eski bir gelenek
uyarınca Kadir Gecesi’nde sultanın camiye gidişi bir şenlik
niteliğindedir. Bu, özellikle atalarının töresine bağlı
İkinci Abdülhamid zamanında böyleydi. Ben onun son Kadir
Gecesi alayını gördüm. Yıldız Sarayı’ndan Hamidiye Camii’ne
kadar olan her yer ışık halkalarıyla doldurulmuştu. Caminin kendisi
çepeçevre küçük yağ kandilleriyle
aydınlatılmış ve daha arkalar Arapça yazılar ve mimari
desenlerle süslenmişti. Limanın ve şehrin karanlık bir geceye
karşı oluşturduğu etki, bir peri masalı gibiydi, uzaktaki gemi
direkleri ve minarelerin soluk altın yaldızlarıyla parlıyordu. Tam o
sırada bando sesleriyle askerler geldi, süngüleri lambanın
ışığı altında ışıl ışıldı. Sonunda minareden müezzin sesi duyuldu.
Biri adeta bir minör tatlılığında bir ezan okumaya başladı. Derken
bando Hamidiye Marşına başladı, maytaplar gökyüzünü
renkli yıldızlarla doldurdu ve imparatorluk korteji saray kapısından
aktı. Çok güzel iki atın çektiği saltanat arabasının
etrafında büyük beyaz fenerler taşıyan süslü
üniformalara bürünmüş kalabalık dalgalanıyordu.
Kırmızılar ve altınlar içinde arabanın üstünde oturan
arabacı ve gri sakallı, omzuna askeri bir palto almış İkinci
Abdülhamid belirdi. Sultan, “Padişahım çok yaşa!” selamına
eliyle karşılık verdi. Gösteri alayı caminin avlusuna daldı ve
majesteleri camiye girdi. Bir saat boyunca maytaplar patladı, kalabalık
adeta bir şenlik havasındaydı. İçeriden zaman zaman tatlı bir
ilahi sesi yükseliyordu. Derken majesteleri tekrar
göründü, kalabalık ve askerler tekrar, “Padişahım sen
çok yaşa!” diye haykırıyordu. Yüksek beyaz saray kapısı bir
kez daha İslam halifesini içine aldı.
İstanbul’a yolu düşen her seyyah, ülkelerine
döndüklerinde ramazana dair hiç olmazsa birkaç
sayfa yazmadan edemez. Halkın bu aya olan hürmetini takdirle
anılarına not düşen seyyahlar bile bu coşkuya kendilerini ister
istemez kaptırır. İkinci Abdülhamid döneminde ramazan ayını
İstanbul’da geçirmiş seyyahlardan H. G. Dwight’ın 1913 yılında
İngiltere’de basılan “Constantinople Old and New” isimli eserinde bu
aya dair düştüğü notlardan bir bölümü
söyle:
Güneşin gökyüzünde olduğu sürece gerçek
müminler dudakları arasından hiçbir yiyecek veya
içecek maddesi geçmez. Bir sigaranın tatlı avuntusuna
bile müsaade edilmez. Ancak güneşin batışını haber veren
topun ateşlenmesinden, bir beyaz saç telinin siyahından ayırt
edilebildiği aydınlığa kadar yiyip içilir.
Ramazanda güneş ufka doğru yaklaştıkça ışıklar yakılır,
masalar kurulur, ekmekler bölünür, sular doldurulur,
sigaralar yemeğe başlama beklentisi içinde eller ağza giden
yolun yarısına kadar kaldırılır. Gün boyu süren bu perhizin
bozulduğu an, iftar olarak adlandırılır. Bu, yemek içmek veya
şölen anlamındadır. Ve bizatihi bir gelenektir. Gerçek bir
iftar çeşitli ordövrlerle başlar; zeytin, peynir, yuvarlak
ve sert bir hamur işi olan tatlı simitler ile reçeller ve pide
denilen sıcak mayasız yuvarlak ekmekle devam eder. Daha sonra bir sebze
çorbası ile peynir veya pastırma, ülkeye has bir
çeşit kurutulmuş et (pastırma) ile pişirilmiş yumurtalar gelir
ve yine mevsimine göre şaşırtıcı çeşitlikte sayısız yiyecek
Mekke’den gelen kutsal zemzem suyu ile mideye indirilir. Zenginler
bütün bir ay boyunca kapılarını herkes açık tutarlar.
Gecenin son yemeğine sefer kelimesinde türetilmiş olan sahur
denir. Bekçiler sahur için insanları zamanında uyandırmak
amacıyla sokaklara davullarıyla dolaşırken bir başka top atışı da
orucun yeniden başladığını haber verir.
İstanbul ışıl ışıl
Asırlar boyunca her zaman kutsal ve kıyılırken bile gururlu İstanbul,
hiçbir zaman İslam’ın bu kutsal ayı için aydınlatıldığı
kadar gurulu ve kutsal gözükemez. Ramazan ayı adı altında
sayısız minarenin şerefesine dizilmiş ışık halkalarıyla bezeli karanlık
bir kenti görmek dünyanın en güzel manzaralarından
biridir. Yükselen çatıların üzerinden
olağanüstü bir siluet olarak görülen camilerin iki,
dört veya altı minaresi birden ışıklandırılır. Bunlar bir
büyüleyici oyunda daha kullanılır. Minareler arasına ipler
gerilir ve bunlara camdan minik yağ kandilleri dekoratif bir sıra ile
asılır. Sanki altın kıvılcımlar saçıyormuş gibi, “Ya Allah” veya
“Ya Muhammed” gibi sözler yer alır. Ayın on beşinden sonra
karanlık gökyüzüne çoğu kez bir
çiçeğin veya bir geminin şekli çizilir. Bu
yıldızlara benzeyen zarif aydınlatmalara Türkler mahya ay ışığı
derler.
Başka zamanlarda İstanbul’un sokakları geceleyin terkedilmişken,
ramazan geceleri boyunca hayat doludur.
Sıra teravih namazında
Bu kutsal ay boyunca dini hamiyet diğer aylardan daha çok artar.
Müminlere Kur’an okumaları ve diğer dini vazifelerini tam olarak
yerine getirmeleri emredilir. Gün batımından iki saat sonra
yapılan günün son ibadeti özel bir önem taşır. Bu
genellikle yatsı olarak bilinir. Ondan sonra yapılan ibadete teravih
denir. Ve her zamanki beş rekât yerine iki rekat kılınır.
Kimileri bunun ağır bir iftar yemeği yemiş bir kişinin hazmına yardımcı
olduğunu söyler. Camilerde her akşam vaaz verilir.
Türkler ramazanın yirmi yedinci gecesine çok önem
verirler. Kadir gecesi diye adlandırdıkları bu gecede Kur’an’ın
cennetin en yüksek katından yeryüzüne gönderildiği
ve Cebrail’in (aleyhisselâm) bunu Peygambere vermeye başladığına
inanırlar. Kadir gecesi akşamlarını çoğu insan camilerde
geçirir. Her zamankinin yerine özel bir ibadet yapılır ve
ondan sonra kalabalık bir cemaat, kutsal günlerin olaylarını
anlatanlar etrafında oluşan gruplara dağılır.
Bu ayda Ayasofya Camii’nde sıra sıra namaz kılanlar görmeye değer
bir manzara verir. Hepsi ayakkabısız olan erkekler, elleri bağlı ve
başları aşağıda, yan yana ayakta dururlar. Kılıç ve fetih
sancağıyla birlikte tepelikli minberinden imam, akşam duasını okur.
Yüksek bir platformda bağdaş kurmuş oturan bir müezzin,
ruhunun derinliklerinden gelen bir sesle artan tenorda Kur’an’dan
mukabeleler okur. Ara sıra tutkulu bir “Allah!” nidası fırlar ya da
ayaktaki binlerce kişiden derin bir “Amin” sesi yankılanır. O kalabalık
cemaat, başlarını öne eğer, elleri dizleri üzerinde eğilir ve
doğrulurlar. Sonra bir kez daha eğilir dizlerinin üzerine
çöker ve kubbede yankılanan pes perdeden uzun bir gök
gürültüsüyle alınlarını yere değdirirler. Kutsal
bilgelik tapınağı bundan daha etkileyici bir saygı ve inanç
gösterisine pek az tanıklık etmiş olmalıdır...
Sofrada pilav bulunmayınca yemeğin
bittiği anlaşılmıyor!
29
Eylül 2006
İsmail
Rûmî Dergâhı’nın 1906 ramazanı, bir dergâh
çalışanı tarafından gün be gün kaydedilir.
Rûznâmeye göre hangi gün ne yendiği, hangi
ilâhilerin söylendiği ve teravihe kimlerin gelip cemaatin
kaç kişi olduğu yazar. Dergahın letâfetli iftar
sofralarında ortalama 8-10 çeşit yemek vardır, sadece o gün
pilav sofrada arz-ı endam etmez, bunun eksikliği ise şöyle
kaydedilir: “Sofrada pilav bulunmayınca yemeğin bittiği anlaşılmıyor...”
Tophâne’deki
İsmail Rûmî Dergâhı’nın 1906 ramazanı, bir
dergâh çalışanı tarafındın gün be gün
kaydedilir. Rûznâmeye göre hangi gün ne yendiği,
hangi ilâhilerin söylendiği ve teravihe kimlerin gelip
cemaatin kaç kişi olduğu yazar. Ama en ilginci 9 ramazan
günü düşen nottur. Dergahın iftar sofralarında ortalama
8-10 çeşit yemek vardır, sadece o gün pilav sofrada arz-ı
endam etmez, bunun eksikliği ise söyle kaydedilir: “Ta’amda pilav
bulunmayınca yemeğin bittiği anlaşılmıyor...”
Neredeyse Türk kimliğinin göstergelerinden biri olan pilav
tutkumuz hemen her sofrada kendini gösterir. Emin olun bugün
bile pilav bulunmayan soflarda eksiklik arayanları bilirim.
Türk insanı damağına son derece düşkündür ve
pirinç gibi bir nimeti, Çinliler gibi tuzsuz lapa pilav
şeklinde asla tüketmez, ona hakkını verir. Biz öyle Uzak Doğu
ülkelerininki gibi suya pirinç salmakla, yani pirinci
haşlamakla ya da buharda pilav yapmakla yetinmemişiz. İşin içine
kendi mutfak kültürümüzün
vazgeçilmezlerinden biri olan tereyağını sokmuşuz ki
gerçekten pilavın tereyağıyla yapılanı bambaşka bir lezzette
olur. İranlı, Iraklı, komşularımızdan ve Özbek ya da Kırımlı
soydaşlarımızdan öğrendiğimiz fıstıklı, üzümlü,
havuçlu, ayvalı pilavları da bizdeki pilav çeşitlerine
renk katar.
Şunda şüphe yok ki, kaliteli pirinçten et ya da tavuk
suyunda pişirilmiş, çok iyi demlenmiş, dolayısıyla
pirinçleri tane tane ve kesinlikle birbirine yapışmamış halde
bir pilav en görkemli ziyafet sofralarının baş tacıdır.
Ne yazık ki son yıllarda diyetisyenlerin sağlıklı önerileri
sayesinde artık tereyağı tencere dibinde ya var, ya yok! Hal böyle
olunca o eski yağlı yüzlü pilavlar unutulmaya yüz tuttu,
küçücük kalıplara sokulup tabakların kenarına
garnitür olarak iliştirilmesi adet oldu.
Ziyafette 13 türlü pilav
Tarihi neredeyse 8 bin yıl evveline dayanan pirince dair kayıtlar, 15.
yüzyılda bile sarayda pilav yendiğini gösteriyor. Fatih’in
sofralarında sade pilavın dışında sebzelisi, etlisi ve tavuklusunun yer
aldığı kayıtlardan anlaşılıyor. Ancak pirinç nadir bir malzeme
olduğu için çok uzun bir dönem pilav sadece zengin
Osmanlı sofralarını süslüyor ve buralarda da sofranın en
önemli yemeği konumuna yükseliyor. 16. yüzyılda pilav
pişirme yöntemleri gelişmiş, aynı öğünde birkaç
çeşit pilav yenmeye başlanmış. Şölenlerde ikramların
zenginliği, etin yanı sıra pirinç pilavlarının bolluğuyla da
ölçülür hale gelmiş. 17. yüzyılda Evliya
Çelebi, Bitlis Beyi’nin kent meydanında verdiği ziyafette 13
çeşit pirinç pilavı bulunduğunu yazıyor. Bu da pilavların
sadece Osmanlı sarayına özgü olmadığını gösteriyor.
Ancak yine de nadide bir yemek olan pilavı sıradan halk yüzyıllar
boyu ancak zenginlerin şölenlerinde tadabilmiş. Pirincin
yaygınlaşması 18. yüzyıldan sonra gerçekleşiyor ve pilav
artık orta halli insanların da sofralarının vazgeçilmez yemeği
haline geliyor. Özellikle İstanbul’da bu yüzyıldan sonra
pirinç buğday kadar tüketilir oluyor.
Buyrun
Sultanın iftar sofrasına
01 Ekim 2006
Sultan Abdülmecit’le
Abdülaziz’in ablası olan Âdile Sultan; okumuş, yazmış, gayet
zeki, iyi bir şair, kâtip ve yazısı güzel bir sultandır.
Kaptanı Derya Mehmet Ali Paşa ile mutlu bir evlilik yapar, öyle
ki, “Ben kocamla iftihar etmekteyim” der ve bu sözlerini her
mecliste söylemekten çekinmez. Çok geçmeden
bu mutlu çiftin Hayriye adında bir kızları dünyaya gelir.
Mehmet Ali Paşa daha sonraları sadrazam olacak, ama çiftin mutlu
evliliği ciddi kayıplarla yüzleşecektir. Çok
geçmeden Adile Sultan önce kocasını, ardından da biricik
kızını kaybeder. Bu acılara sabreden sultan, artık kendini bir kat daha
iyilik etmeye vermiştir. Silivrikapı’da hâlâ duran
“Bâlâ” adlı tekkeyi baştan başa tamir ettirmiş, bir imaret
yeri açtırmıştır. Her sene muharrem ayında kazanlarla aşureler
pişirterek fukaraya ve civar mahallelere dağıttırır. Perşembepazarı’nda
Arap Camii’ni yeniden inşa ettirip, yanına şadırvan ve mektep yaptırır.
Medine’de yaptırdığı sebilhânenin giderlerini karşılamak
üzere; arsa, fırın, sebil, kahvehane, dükkan, mağaza,
değirmen, dokuz kagir menzil, bir hurma bahçesi, on dört
oda, sofadan oluşan bir ribat, boş araziler vakfeder. Ayrıca,
Eyüp, Galata, Dudullu ve civarında çok sayıda müstakil
bina, ev, mağaza ve arazi gibi çok sayıda taşınmaz malını da
hayır işler için bağışlar. Nakit olarak verdiği paraların
İstanbul’un yoksullarına dağıtılması ise çok olağan
vakalardandır.
İhtişamlı iftar sofraları
Kardeşlerinin vefatına kadar Âdile Sultan Sarayı bir ramazan boyu
misafirlerle dolar ve benzeri saraylarda görülmeyen bir
ihtişam ile meşhur ve malûmdur. Yemekler mücevherli
sahanlarda verilir ve ramazanın ilk iftarına Hanedanı Âli Osman’a
mensup bütün sultanların gelmesi adettir. Bu usul İkinci
Abdülhamid saltanatının ilk senelerine kadar devam eder. Bu
iftarın özelliği yalnız mücevherli takım taklavatında değil,
yemeklerin yapılışındadır. Emektar ve işgüzar saraylı kadınların
en meşhurları iç mutfağa sokulur, ince ve nadide yemekler
hazırlatılır. Emîr dolmaları, piliçli muluhiyyeler;
kaymaklı tepsi börekleri ve benzeri yemeklerin haremde yapılması
adettir. İftar zemzemle bozulur bozulmaz, müezzinler derhal kamet
getirir, imam yerine gider, akşam namazı eda edilir. Büyük
sofralar paravanlarla ayrılır, harem ağaları, kalfalar, halayıklar,
uşaklar misafirlerin arkasından namaza dururlar. Sultanın iki imamı,
bir hayli müezzini vardı ki bunların sesleri birbirinden
güzel ve tesirlidir. Namaz biter bitmez gümüş tepsiler
içindeki billur kadehlerle şerbetler, şuruplar ve bir kat daha
serinlik verici diş kiralarının dağıtılması asla ihmal edilmez.
Fukaranın hakkını gözetirdi
Sarayın halkından ve kalabalığından çok dışarıdaki fukarayı
yedirmek ve giydirmek için bir hayli para harcayan Adile Sultan
tahsisatını hemen hemen borç edercesine sarf eder, fakat
kardeşleri zamanında maaşlarını herkes muntazaman aldığı için
hazinesi dengesizlik çekmez. Fukarasını kendisinden fazla
düşünen Âdile Sultan, “Benim kimsem kalmadı;
ölümümden sonra mallarım hazineye gidip
çürüyeceğine satılsın, açıklarımız kapatılsın,
düzenimiz bozulmasın, fukaramız mahzun olmasın. Fazla
gümüş takımlar, mücevherli sahanlar ve antika takımların
getireceği para epeyce eder, bunlar satılsın” der; lâzım
gelenlere ve bilhassa huzuruna çağırarak kâhyasına uzun
uzun emirler verir. Bu emirler karşısında bir süreliğine
tereddüde düşen kâhyasına, “Bu servet milletin
sayesindedir. Allahü teâlâ, fukarasına elimizden
geldiği kadar bakmamızı emrediyor, tereddüde mahal yoktur” der ve
elinde lüzumsuz ne varsa satıp fukaraya bağışlar.
Senelerce saraydan çıkmayan Âdile Sultan, sekseni
geçen yaşlılığında karyolasından kalkacak mecali yoktur, devamlı
oturmayı yeğler, yemeğini bile oracıkta yer, ancak namaz vakitleri bu
yerinden kalkar. Pirifaniliğin de verdiği yorgunluk haliyle sultan,
gece gündüz uyur, çevresindekilere de; “Aman beni
avutun, masal söyleyin, ninni söyleyin. Ne yaparsanız yapın,
uyutun; kızımı, kocamı rüyada göreyim” der.
Çok sevdiği eşi ve yitirdiği evladının acısıyla yanan
Âdile Sultan, nihayet Bağlarbaşı’ndaki Validebağ Sarayı’nda
1898’de vefat eder. İstanbul Eyüp’te, Bostan İskelesi yakınındaki
türbesine defnedilir.
Dini kaidelere riayet ederler
İstanbul’da Arabi ayların dokuzuncusu olan ve Müslümanların
oruç tuttukları ramazan ayında bulunduğum için her akşam
yazmaya değer bir sahne gördüm. Bütün ramazan
boyunca Türklere güneşin doğuşuyla batışı arasında yemek
yemek, su içmek, tütün içmek yasaktır. Hemen
herkes bütün gece boyunca bol bol yiyip içer ama
güneş görünür görünmez, dini kaideye
riayet ederler ve kimse bunu alenen ihlâl etmez.
Güneş dağların arkasında yarı yarıyadan fazla kaybolunca
nevalelerini büyük bir zevk ve heyecanla hazırlamaya
başladılar. İnce bir ışık kavisinden başka bir şey
görünmeyince, top patlar ve aynı anda binlerce evde,
kahvelerde, dükkanlarda sabırla bekleyen Müslümanlar ilk
lokmalarıyla oruçlarını açarlar.
Edmondo De Amicis -1874, Constantinopoli” adlı eserinden...
Ramazanda
fiyatlara dikkat edile!
04 Ekim
2006
Ramazan ayı başlamadan evvel halkın bu ayı daha rahat ve huzurlu bir
şekilde geçirmesi için hükümet tarafından bazı
tembihnâmeler neşredilirdi. Bunlar, bazı kuralları içeren
bir nevi yönetmeliklerdi. Ramazan günleri ve gecelerinde bu
aya hürmeten evlerin, sokakların ve dükkanların temizliğine
itina gösterilmesi, padişahın şehri ziyaretleri sırasında ahalinin
nasıl davranacağı, kadınların arabalı arabasız gezintilerde uyması
gereken kurallar ve sosyal hayatın düzenini bozacak hareketlerden
ve tavırlardan kaçınılması bu tembihnamelerle açık bir
şekilde halka duyurulurdu.
Başbakanlık Osmanlı Arşivleri’nde rastladığımız 1807 tarihli belge ise
bu tembihnâmelere ilginç bir örnek. Ramazan-ı Şerifin
yaklaşmasından dolayı gerek ekmek, gerekse eşya fiyatlarının inip
çıkmaması hususunda konulan narha dikkat edilmesini tembihleyen
belge, nahr defterinin mahalle imamları ile bakkallara
gönderilmesini emrediyor.
(4. Mustafa dönemi, Hat-ı Hümâyûn, No: 53351)
Gönül
iftar ister, davet bahane
05 Ekim 2006
Ramazan-ı
şerif ayının o uhrevi havası, iftar sofralarının letâfetiyle
pekişir. Sadece değirmeni boşa dönen midelerle alâkalı gibi
gözüken bu bölüm, aslında ramazanda yaşanan
tüm güzellikleri de bünyesinde barındırır. Hele eskiden
her selamün aleyküm diyene kapıların ardına kadar
açıldığı konakların hikâyesi ise anlatmakla bitmez.
İftar sofralarına kaç kişinin geleceği asla belli olmadığından
mutfaklarda daha fazla yemek bulundurmak adettir. Hane sahibinin her
akşam kurulan sofrasına ramazana mahsus ekmeklerden başka uzun yumuşak
pideler, yine iftarlık olarak çeşitli ufak halka
çörekler, yine iftar için gümüş veya
değerli pulad tepsiye çeşitli meyvelerden yapılmış
reçeller, sucuk, pastırma, peynirler ve özelikle hurma ile
türlü türlü zeytinler konduğu gibi ortasına da
saplı, kulplu ve kapaklı elmastraş denilen billurlardan çok
küçük sekiz on kadar bardak içinde Mekke-i
Mükerreme’den getirilmiş zemzem-i şerif konulur. En ağır kıymetli
takım ve tabaklar, sırmalı havlular, gümüş leğenler hazır
edilir. İftar vaktine, yani oruç bozmaya yarım saat kala odanın
uygun bir köşesine konmuş buhurdanlarda öd ağacı veya buhur,
pek kibar ailelerde amber yakılır, odanın kapısı çekilir. Akşam
ezanına tam bir çeyrek kala hane sahibi yenmek odasına girer,
ayakta kendi sofrasına alınacak misafirlerin gelişini bekler, karşılar,
herkes softada yerini alınca, imam efendi derhal Kur’an-ı Kerim’den
Ayet-i Celile okumaya başlar, hazır olanlar sessiz olarak dinler. Bu
ara vaktin geldiğini bildiren top da atılmış olur. Önce zemzem-i
şerif içilerek oruçlar açılır, iftariyelik denen
reçeller ve önlerindeki çöreklerden yemeye
başlanır. Yemekte mutlaka iki çeşit çorba ve yumurta-i
hümayûn, en az üç çeşit tatlı, iki
çeşit börek ve hoşaf ile beş altı türlü sebze
bulundurmak kibarlar için zorunludur. Eskiden iftardan kibar
sofralarının pek meşhur tatlıları baklava, samsa, revani, şeker pare,
dilber dudağıdır. İftar yemeğinde gaziler helvası denen un helvası,
soğuk paça ve sebzelerden lahana ile zeytinyağlı yemek
bulundurulması kibarlar arasında çok ayıp sayılır.
Kapılar ardına kadar açık
Ramazan
ayında tüm evler, en nefis yemeklerin, her selamün
aleyküm diyene sunulduğu bir ziyafethânedir. Büyük
konakların iftar sofrasında yer almak için tanıdık olmaya
lüzum yoktur. İsteyen gözüne kestirdiği yere girer,
oturur, kimse de kim olduğunuzu, ne münasebetle tanışıldığını,
isminizi ve işinizi sormaz. Konağa davetlilerin dışında gelen
misafirler de derece ve itibarlarına göre kâhya ve divan
efendisi, mühürdar gibi zatların odalarına alınır, iftar
ettirilir, onlara da mükellef iftarlıklar, tatlılar, börekler
ve her türlü yemekler verilir. Gedikli ağalarla diğer ağalara
kavas ve aşçılara ve evdeki diğer hizmetlilere ayrı ayrı
sofralar kurulur, her birine börek, tatlı konur. Konağın alt
katına da iftara gelen mahalle bekçisi, sakası, amele ve diğer
fakirler için onar kişilik en az üç dört sofra
hazırlanır, bunlara da birkaç çeşit reçel, simit,
büyük bir kap ile çorba, mutlaka bir tatlı ve sebzenin
yanı sıra büyük bir leğenle bolca pilav verilir. Beraber
getirdikleri tütünlerini ve evden verilen kahvelerini
içerler, sonra hazinedar ağa tarafından diş kirası namıyla bir
miktar atiye verildikten sonra herkes yoluna gider. Evdeki diğer
misafirler kahve ve çubuklarını içer, bir kısmı yatsı
namazı vakti yaklaşınca konaktan ayrılır. Bunlar arasında mahalle
imamı, müezzini ve muhtarı gibi kimselerle diğer komşu ve mahalle
ahalisinden atiye verilmesi lâzım gelenlere de ayrı ayrı diş
kiraları verilmesi ihmal edilmez. Hane sahibi tarafından mahiyetinde
bulunanlara veya arzu ettiklerine ramazan hediyesi altında saat bile
verildiği olur.
Konaklarda
sıradan günlerde de imam bulunur, sabah, akşam ve yatsı
namazlarını ev halkı cemaatle kılardı. Ramazanda ise çoğunlukla
konak imamı teravih kıldırmaz, dışardan bir imam ve güzel sesli
müezzinler tutulur.
Sıra teravih namazında...
Teravih namazına kalkan hane sahibi ve hane halkı için ya sofaya
veya mevsim kış ise mescid haline konmuş büyük bir odaya
gayet uzun dokunmuş halıdan saf seccadesi yayılır, misafirlere arakiye
üzerine sırma işlenmiş veya atlastan, sırma ipek ve sırma ile
süslenmiş ayrı ayrı seccadeler serilir, hane sahibi ve imama da
yine ayrı ayrı ağır işlemeli seccadeler konur. İmamın sesine
dokunmaması için uzağına konan iki buhurdanda öd ya da
amber yakılır. Müezzinler bu cemaat saflarının en gerisinde
bulunur, her iki rekâtte hep bir ağızdan ilâhiler,
tekbirler okunur. Namazın sonunda imam efendi Kur’an-ı Kerim’den yine
yüksek sesle mihrabiye okur, bu suretle teravih namazı eda edilmiş
olur.
Sahurluklar asla unutulmaz
Zenginlerin Allahü teâlânın rızasını kazanmak
için adeta servetlerini döktükleri iftar
ziyafetlerinin yanında bir de sahur alemleri eklenir. Fakir fukara
için hazırlanan sofralar, o vakit bile hayli kalabalıktır. Gelen
fakirlerin çoğu İstanbul’un uzak semtlerinde oturdukları
için sahur yemeğini konakta yemez, mutfağa gider, arkasında
taşıdığı zembilindeki kaplara akşamdan kalan yemeklerden koyup
dönerler. Sahura kalanlar genellikle yakında oturanlardır. Kışın
ise sahur vakti hayli geç olur, böyle zamanlarda misafirler
sahura üç dört saat kala gelir, ne varsa nasiplerini
yüklenir ve gece karanlığında evlerinin yolunu tutardı.
Ramazan Fıkraları
Anladık
ramazan başlamış!
Ramazan hilali görülmeyince oruç tutmanın caiz
olmayacağını bilen bir tiryaki, hilali görmemek için evinin
pencerelerini kapayıp perdeleri de sımsıkı örter: geceleri mahalle
kahvesine giderken de başını önüne eğermiş, nasılsa bir su
birikintisi içinde hilalin aksini görünce ürkerek
şöyle demiş:
- Hey mübarek! Gözüme mi gireceksin, anladık işte
ramazan başlamış!..
Bu mahalleden değiliz de...
Evvel zaman içinde iki şair ve edip ahbap Mehmet
Celâl ile Faik Esad, Beylerbeyi’nde bir dostun iftar davetine
icabet için yola koyulup karşıya geçiyorlar; fakat vakti
iyi hesap edememişlerdir ve iftara daha saatler vardır. Bunun
üzerine iki ahbap,
- Camiye gidelim, vaaz dinleriz, vakit geçer, fikriyle
Beylerbeyi Camii’ne girip bir tarafa ilişiyorlar. Vaiz
kürsüye çıkmış cehennemden bahsetmekte, diliyle etrafa
yıldırımlar savurup şimşekler çaktırmakta, “zebânileer,
alevleer, katran kuyularıı” dedikçe cemaat dehşetle tir tir
titremektedir. Bizimkiler vaizin tehditlerine pek kulak asmamaktadır
ama ahalinin çoğu kapıldığı haşyetle hüngür
hüngür ağlıyor.
Ağlayanlardan biri, gözyaşlarını silerek Faik Esad’ın sırtına
dokunuyor, kısık sesle,
- Siz vaizi dinlemiyor musunuz? diye soruyor. “Dinlenmez olur mu,
dinliyoruz elbet” diye cevap veriyor bizimki, “Peki ne dediğini anlıyor
musunuz?” “Anlıyoruz elbette, niçin soruyorsun peki?”
Adam hayretle devam ediyor,
- Yahu bizim ağlamaktan ciğerimiz sökülüyor,
gözümüz dışarıya uğruyor sizde ise hiçbir elem
işareti yoktur, nasıl oluyor bu?
Şair cevap veriyor:
- Efendim biz bu mahalleden değiliz, yabancıyız, misafirliğe geldik de!.
Pabuçları
yürüteyim derken...
Bir ramazan
gecesi Ayasofya Camiinde teravih namazı kılındıktan sonra dua esnasında
açıkgöz yankesicinin biri, yanındaki adamın cebindeki bir
enfiye kutusunu el çabukluğu ile aşırır. Bununla da yetinmez,
kalkarken adamcağızın kunduralarını da paltosunun altına saklar.
Malları çalınan, her iki hırsızlığın da farkındadır. Önce
hiç ses çıkarmaz. Fakat tam caminin iç kapısından
çıkarlarken, hırsızın hafifçe omzuna vurur ve koluna
girer. Hırsız, şaşırarak döner. Efendi, gayet nezaketle: “Siz,
namazdan evvel benden enfiyeniz var mı diye sormuştunuz, fakat kutuda
enfiyem tükenmiş, takdim edememiştim. İnanmanız için enfiye
kutusunu da size vermiştim, sonra namaza durmuştuk. Şimdi eksik
olmayın, kunduralarımı da almış, taşıyorsunuz. Zahmetinize
teşekkür ederim. Bu lûtfunuza artık hacet kalmadı.”
Pek tabiî
olarak, hırsızın yüzü alı al, moru mor! Enfiye kutusunu ve
kunduralarını geri alanın bu sözlerini işiten halktan bir kısmını
hem güldürür, hem hırsızın yakasına yapışırlar ve onu
doğruca karakola götürürler.
Komedinin devamı
buradadır. Komiser, hırsıza çıkışır:
- Be herif! Bu
kaçıncı rezaletin? Kaçıncı kundura hırsızlığın? Neye
yaparsın bu işi?
Hırsız, boynunu
bükerek:
- Hakkınız var
efendim, der. Kusurum var, kötü bir alışkanlık! Fakat
çok şükür bu defa cemaatten dayak yemeden
pabuçları geri verdim, enfiye kutusunu da. Şaşkınlığım yeter.
Ancak, Allah aşkına siz de halime merhamet buyurun, hiç olmazsa
bir kerecik burada dayak yemiyeyim!