Bu mektûb,
mevlânâ Muhammed Hâşim-i Keşmîye yazılmışdır (kaddesallahü
teâlâ sirrehül'azîz).
İnsanın herşeyi kendinde topladığını
ve bazı ince marifetleri bildirmekdedir
Bismillâhirrahmânirrahîm. Allahü teâlâya hamd olsun! Onun sevgili Peygamberine salât ve selâm olsun! İnsanda bulunan bütün kemâller, iyilikler hep (Vücûb) (te'âlet ve tekaddeset) mertebesinden gelmişdir. Onun ilmi, o mertebeden, kudreti de, o mertebenin kudretindendir. Bütün yükseklikler de, hep böyledir. Fekat, her mertebenin kemâli, o mertebeye göredir. İnsanın ilmi, o mukaddes mertebenin ilmine göre, sonsuz var olanla yok olanın karşılaşdırılması gibidir. Bunun gibi, insanın kudreti, gücü, Vâcib-i teâlâ ve tekaddesin kudretine göre, bir üflemesi ile yerleri ve gökleri ve dağları ve denizleri yok eden güc sâhibinin, kendini dokumacı ustası sanan örümcekle karşılaşdırılması gibidir. Bu ikisinden başka olgunlukları da, bunlardan anlamalıdır. Başka kelime bulamadığımız için, bu karşılaşdırmayı yapdık.
Yoksa,
fârisî mısra tercemesi:
Toprak nerede, temiz âlemler nerede?
Bundan anlaşılıyor ki, insandaki kemâller, Vücûb mertebesinin kemâllerinin sûretleri, görüntüleridir. İnsandaki kemâllerin, Vücûb mertebesindeki kemâllere yalnız ismleri benzemekdedir. Bunun içindir ki, hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlâ, Âdemi kendi sûretinde yaratdı) buyuruldu. (Kendini anlayan, Rabbini anlar) sözünün inceliği, buradan anlaşılmakdadır. Çünki insanın nefsinde bulunan herşey, birer sûretdir, görüntüdür. Bu sûretlerin hakîkati, aslı, Vücûb mertebesindedir. İnsanın halîfe olmasının inceliği buradan anlaşılmakdadır. Çünki, birşeyin sûreti, o şeyin halîfesidir. Vekîlidir. Zındıklar ve Allahü teâlâya madde diyen (Mücesseme) adındaki kâfirler, burada çok yanıldılar. Allahü teâlâyı insan sûretinde, şeklinde sandılar. Ahmak oldukları için, Allahü teâlânın, insanlarda olduğu gibi organları, duygu âletleri var dediler. Böylece, doğru yoldan sapdılar. Çok kimseleri de sapdırdılar. Allahü teâlânın sûreti ve misli gibi şeyler söylemek, benzeterek anlatmak içindir. Yoksa, benzetilen şeyin kendisidir demek olmadığını anlıyamadılar. Çünki sûretin, görüntünün hakîkati, aslı, parçalardan, zerrelerden meydâna gelen bir toplulukdur. Vücûb mertebesinde ise, böyle şey olamaz. Kadîm olan, sonsuz olan, parçalanamaz, ayrılamaz. Kur'ân-ı kerîmdeki (Müteşâbihât) denilen âyet-i kerîmeler de, böyledir. Bildirdikleri şeylerin kendileri anlaşılmamalıdır. Uygun olan başka şeyler anlaşılmalıdır. Âl-i İmrân sûresi yedinci âyetinde meâlen, (Bu âyet-i kerîmelerin bildirdiklerini yalnız Allahü teâlâ bilir) buyuruldu. Demek ki, müteşâbih olan âyet-i kerîmelerin ne demek olduğunu, ancak Allahü teâlâ bilir. Bu âyet-i kerîme gösteriyor ki, müteşâbih olan âyet-i kerîmeler, gösterdiklerinden başka şeyleri bildirmekdedir. Allahü teâlâ da, bu başka şeyleri bilmekdedir. (Ulemâ-i Râsihîn) denilen derin Ehl-i sünnet âlimlerine de, bu başka bilgiler ihsân olunmuşdur. Bunun gibi, gayb olanları yalnız Allahü teâlâ bilir. Peygamberlerin yükseklerine bu bilgisinden ihsân etmekdedir.
Müteşâbih olan âyet-i kerîmelere, anlaşılandan başka manâ vermeğe (Tevîl) denir. Tevîli yanlış anlamamalıdır. Âyet-i kerîmedeki (El) kelimesine kudret demek ve (Yüz) kelimesine, Allahü teâlânın kendisi demek, tevîl olmaz. Böyle kelimelerin tevîli ince, gizli bilgilerdir. Ancak, seçilmişlerin seçilmişlerine bildirilmişdir.
(Fütûhât-i Mekkiyye) kitâbının
sâhibi (rahmetullahi aleyh) hazretleri
ve Ona uyanlar, Allahü teâlânın sıfatları, Allahü teâlânın kendinden
başka
olmadıkları gibi, birbirlerinden de başka değildirler diyor. Böylece,
ilm
sıfatı, Zât-i ilâhîden başka olmadığı gibi, kudretden, irâdeden,
işitmekden
ve görmekden de başka değildir diyorlar. Sıfatların hepsini de, böyle
biliyorlar.
Bu fakîre göre, bu sözleri doğru değildir. Çünki, bunlar sıfatların
dışarda
ayrıca var olduklarına inanmıyorlar. Ehl-i sünnetden ayrılmış
oluyorlar.
Çünki, Ehl-i sünnetin büyük âlimlerinin anladıklarına göre, Allahü
teâlânın
sekiz veyâ yedi sıfatı, kendisi gibi dışarda ayrıca vardır. Onları,
sıfatların
zâtdan başka olmadığına sürükleyen şey, belki, o makâmdaki başkalığı bu
dünyâdaki mahlûklardaki başkalık gibi sanmalarından olsa gerekdir.
Allahü
teâlânın sıfatlarının kendinden başka olmasını, bizim sıfatlarımızın
kendimizden
başka olması gibi bulmadıklarından ve o başkalığı bu başkalığa
benzetmediklerinden,
sıfatların zâtdan başka olmadığını sandılar. Sıfatlar, zâtın aynıdır
dediler.
O makâmdaki başkalığın da, Allahü teâlânın kendisi gibi ve sıfatları
gibi
anlaşılamıyacağını, mahlûklara benzetilemiyeceğini anlıyamadılar.
Oradaki
başkalık, buradaki başkalığa benzemez. Yalnız görünüşde ve ismde
benzerlik
vardır. Bundan anlaşılıyor ki, o makâmda başkalık, ayrılık vardır.
Fekat,
biz bunu anlıyamayız! Anlıyamadığımız şeylere yok diyemeyiz ve
dememeliyiz!
Doğru yolun âlimlerinden ayrılmamalıyız! Herşeyin doğrusunu Allahü
teâlâ
bilir.