Bu mektûb,
molla Muhammed Hâşime yazılmışdır.
Allahü teâlânın, İmâm-ı Rabbânî
hazretlerine başlangıcda ihsân etmiş
olduğu yolu bildirmekdedir:
Bismillâhirrahmânirrahîm.
Âlemlerin rabbi olan Allahü teâlâya hamd olsun!
Peygamberlerin en üstününe ve Onun temiz olan Âlinin ve Eshâbının
hepsine
salât ve selâm olsun (salevâtullahi teâlâ aleyhi ve alâ âlihi ve
Eshâbihi
ecma'în)!
Tesavvuf
âlimlerinin yolları arasında en kısa, en uygun, en sağlam,
en sâlim, en kuvvetli, en doğru, en iyi, en yüksek ve en olgun olanı
Ebû
Bekr-i Sıddîkdan gelen yoldur. Bu yolda bulunanların rûhlarını ve
sâhiblerinin
sırlarını, Allahü teâlâ takdîs eylesin! Bu yolun bütün bu üstünlükleri
ve bu yolda yetişenlerin şânlarının üstün olması, sünnet-i seniyyeye
yapışdıkları
ve bidatlerden sakındıkları içindir. Eshâb-ı kirâmda olduğu gibi
(aleyhimürrıdvân
minelmelikilmennân), bu büyüklerin de, bidâyetlerinde, nihâyetlerinin
kazancı
yerleşdirilmişdir. Yüksek dereceye kavuşdukdan sonra, huzûrları devâmlı
olmuşdur. Başkalarının huzûru geçicidir.
Kardeşim!
Allahü teâlâ, seni doğru yola ulaşdırsın! Bu fakîr, bu yola
özendiğim zemân, Allahü teâlâ, işimi kolaylaşdırdı. Vilâyet kaynağı,
hakîkatin
mütehassısı, nihâyetin başlangıcda yerleşdirilmiş olduğu yolun
kılavuzu,
vilâyet derecelerine kavuşduran caddenin sürücüsü, dînin koruyucusu,
şeyhimiz
ve imâmımız, şeyh Muhammed Bâkî (kaddesallahü teâlâ sirreh)
hazretlerine
kavuşdurdu. Bu yoldaki büyüklerin seçkinlerinden olan bu yüksek zât,
Allahü
teâlânın ismini zikr etmeği öğretdi. Teveccüh buyurdu.
Bu
fakîrde, zikrin
tadı tâm hâsıl oldu. Sevincimin çokluğundan ağladım. Birgün sonra, bu
büyüklerin
kıymet verdikleri ve (Gaybet) dedikleri, şüûrsuzluk hâsıl oldu.
Kendimden
geçince, büyük bir deniz gördüm. Dünyâdaki şekilleri, sûretleri, bu
deniz
içinde gölge gibi gördüm. Şüûrsuzluğum çoğaldı. Bir sâat, iki sâat
sürdüğü
günler oldu. Bütün geceyi kaplamağa başladı. Olanları, kendilerine arz
etdim.
- Fenâ dan biraz hâsıl olmuş buyurdu.
Zikir etmeği
yasakladı.
- Bu
huzûru elden kaçırma! dedi.
İki gün sonra, bilinen (Fenâ) hâsıl oldu.
Arz eyleyince,
- Vazîfeni yap! buyurdu.
Fenânın Fenâsı hâsıl oldu. Arz
eyledim.
- Bütün âlemi bir birleşmiş topluluk olarak görüyor musun? buyurdu.
- Evet, dedim.
- Fenânın Fenâsında, âlemi böyle birleşik görmekle birlikde,
şüûrsuzluk da hâsıl olur, buyurdu.
Hemen o gece, buyurduğu gibi, Fenâ
hâsıl oldu. Bunu ve bundan sonra olanı arz eyledim ve Allahü teâlâyı,
ilm-i
huzûrî ile bildiğimi ve kendisinde bulunmıyan sıfatlarla birlikde
bildim
dedim. Bundan sonra, bütün eşyâyı kaplıyan bir nûr göründü. Onu Hak
teâlâ
sandım. Bu nûr siyâh idi. Arz eyledim.
- Nûr perdesi arkasında Hak teâlâ
görülmüşdür. Bu nûrdaki genişlik, ilimdedir. Zât-i teâlâ herşeyle
ilgili
olduğu için, geniş görünmekdedir. Bunu yok etmek lâzımdır, buyurdu.
Sonra,
bu nûr küçülmeğe başladı. Darlaşdı. Nokta gibi oldu.
- Noktayı da yok etmek,
hayrete gelmek lâzımdır, buyurdu.
Öyle yapdım. Hayâl olan nokta da yok
oldu. Hayrete daldım. Hak teâlâ, kendini kendi görür gibi göründü. Arz
eyledim.
- İşte, Nakşibendiyyenin huzûru, bu huzûrdur, buyurdu. Bu yoldakilerin
nisbeti, bu huzûr demekdir. Bu huzûra, gayb olmıyan huzûr da denir.
Nihâyetin
bidâyetde yerleşmesi, burada olur. Bu yolda, tâlibe bu nisbetin hâsıl
olması,
başka yollarda, tâlibin maksada kavuşmak için, çalışılacak zikrleri ve
vazîfeleri rehberlerinden almalarına benzer.
Fârisî
mısra tercemesi:
Gül bağçemi gör de, bahârımı anla!
Bu fakîrde
bu nisbetin hâsıl olması, zikr öğrendiğim günden, iki ay
ve birkaç gün sonra başladı. Bu nisbet hâsıl oldukdan sonra, (Fenâ-i
hakîkî)
denilen, başka bir fenâ hâsıl oldu. Kalb o kadar genişledi ki, yer
küresinin
ortasından Arşa kadar, bütün âlem, bu genişlik yanında, hardal dânesi
kadar
bile değildi. Bundan sonra, kendimi ve âlemin her parçasını, hattâ her
zerreyi, Hak teâlâ olarak gördüm. Bundan sonra âlemin her zerresini
birer
birer hep kendim gördüm. Kendimi onların herbiri olarak gördüm. Sonra,
bütün âlemi, bir zerrede yok buldum. Sonra, kendimi ve her zerreyi, o
kadar
geniş gördüm ki, bütün âlemi hattâ âlemin birkaç katını içimde gördüm.
Kendimi ve her zerreyi, her zerreye yayılmış, sızmış olan nûr gördüm.
Âlemdeki
şekller, sûretler, bu nûrda yok oldular. Sonra kendimi ve hattâ her
zerreyi,
bütün âlemi tutuyor, varlıkda durduruyor gördüm. Arz eyledim.
- Tevhîdde hakk-ul-yakîn
mertebesi işte budur. (Cem'ul-Cem') bu makâmdır, buyurdu.
Önce, âlemin şekllerini, sûretlerini hep Hak teâlâ bulmuş olduğum gibi,
bunlardan sonra, hepsini hayâl gördüm. Önce, Hak bulduğum her zerreyi,
şimdi hep vehm ve hayâl buldum. Çok şaşırdım. Bu sırada, (Füsûs)
kitâbındaki,
kıymetli babamdan işitdiğim, (Bu âleme isterseniz Hak deyiniz,
isterseniz
mahlûk deyiniz. İsterseniz, bir bakımdan Hak deyiniz ve başka bir
bakımdan,
mahlûk deyiniz. İsterseniz, ikisi arasını ayıramıyarak şaşkına
döndüğünüzü
söyleyiniz!) sözünü hâtırladım. Bu söz sıkıntımı giderdi. Bundan sonra
yanlarına giderek arz eyledim.
- Huzûrun dahâ sâf olmamışdır. Vazîfene devâm
et de, var ile yok birbirinden tâm ayrılsınlar, buyurdu.
Ayrılamıyacağını
anlatan, (Füsûs)ün yazısını okudum. (Şeyh Muhyiddîn-i arabî (k.s.),
olgun bir Velînin hâlini bildirmemiş. Birçoklarına göre
de ayrılamazlar, buyurdu. Emrlerine uyarak, verdikleri vazîfeye devâm
etdim.
Onların çok kıymetli yardımları ile, Allahü teâlâ, iki gün sonra, var
ile
yokun ayrıldığını gösterdi. Hakîkî varlığı, hayâl olandan ayrı buldum.
Dışarda, bir varlıkdan başka, hiçbir var görmedim. Kendilerine bunu
bildirince,
-Fark-ı ba'del-cem mertebesi,
işte budur. Çalışmakla, buraya kadar varılabilir.
Bundan ilerisi herkesin yaradılışında bulunana uygun olarak ihsân
olunur.
Tesavvuf büyükleri, bu mertebeye Tekmîl
makâmı) demişlerdir buyurdu.
Bu fakîri
ilk olarak, sekrden sahva
ve Fenâdan Bekâya getirdikleri zemân, kendi bedenimin her zerresine
bakdığım
zemân, Hak teâlâdan başka birşey bulamadım. Her zerremi, Onu gösteren
bir
ayna gibi gördüm. Bu makâmdan, yine hayrete götürdüler. Kendime
getirdiklerinde,
Hak teâlâyı kendi vücûdümün, her zerresinde değil, her zerresi ile
buldum.
Önceki makâmı, ikinci makâmdan aşağı gördüm. Yine hayrete daldırdılar.
Kendime gelince, Hak teâlâyı, âlemle ne bitişik, ne ayrı, ne içinde, ne
de dışında bulamadım. Önce bulmuş olduğum, berâberlik, etrâfını
çevirmek
ve içine işlemek gibi şeylerin hepsi, şimdi yok oldu. Böyle olmakla
berâber,
yine öyle görüldü. Sanki his olunuyordu. Âlem de, o ânda görülmekde
idi.
Fekat, bu bağlantıların hiçbiri, Allahü teâlâda yokdu. Yine hayrete
daldırdılar.
Sahva getirdikleri zemân, Allahü teâlânın, âlem ile, önce görülen
bağlılıklardan
başka bir bağlılığı olduğu anlaşıldı. Bu, hiç anlaşılamıyan bir
bağlılıkdır.
Hak teâlâ, hiç anlaşılamıyan bir nisbet ile görüldü. Yine hayrete
daldırdılar.
Bu mertebede biraz kabz, sıkıntı hâsıl oldu. Yine kendime
getirdiklerinde,
Hak teâlâ, o anlaşılamaz nisbetden başka olarak göründü. Bu âlemle,
anlaşılan
ve anlaşılamıyan hiçbir nisbeti, bağlılığı yok idi. Âlem de böylece
görülmekde
idi. O ânda, öyle bir ilm ihsân olundu ki, bu ilm, Hak teâlâ ile
mahlûklar
arasında hiçbir bağlılık bırakmadı. Her iki şühûd var iken, bildirdiler
ki, böylece, hiçbir bağlılık olmadan görülen, Hak teâlânın kendi
değildir.
Tekvîn sıfatının âlemle olan bağının, Âlem-i misâlde olan sûretidir.
Çünki,
Onun zâtı, mahlûklarla bir ilgisi olmakdan çok uzakdır. Anlaşılabilen
veyâ
anlaşılamıyan hiçbir bağlantısı yokdur.
Arabî beyt
tercemesi:
Sevgiliye kavuşmak, ele geçer mi acabâ?
Yüksek dağlar ve korkunç tehlükeler var arada.
Kıymetli
kardeşim! Hâllerin hepsini açıklamağa ve marifetleri anlatmağa
kalkışırsam, çok uzun sürer. Dinliyenleri usandırabilir. Hele (Tevhîd-i
vücûd) marifetleri, herşeyin zıl, görüntü olduğu anlatılırsa, sonu
gelmez.
Bütün ömürlerini tevhîd-i vücûd marifetlerinde geçirenler, bu sonsuz
deryâdan
bir damla ele geçirememişlerdir. Şuna da, çok şaşılır ki, onlar, bu
fakîri,
tevhîd-i vücûd sâhiblerinden saymazlar. Tevhîd bilgilerine inanmıyan
âlimlerden
sanırlar. Görüşleri kısa olduğu için, tevhîd marifetleri üzerinde
durmağı
olgunluk bilirler. Bu bilgilerden ilerlemeği, gerilemek sanırlar.
Fârisî
beyt tercemesi:
Câhildirler, kendilerini de bilmezler,
hüner sanmakdan aybları çekinmezler.
Bunların
dayandıkları birinci sened, eski tesavvufcuların tevhîd-i
vücûdî üzerindeki sözleridir. Allahü teâlâ, bunlara insâf versin! O
büyüklerin,
bu makâmlardan ilerlemediklerini, o makâmda bağlanıp kaldıklarını
nerden
biliyorlar? Biz, tevhîd-i vücûdî marifetleri yokdur demiyoruz. Var
olduğunu,
fekat bu makâmdan dahâ yüksek makâmlara ilerleneceğini de söyliyoruz.
Eğer,
bu makâmları aşanlara, bu bilgilere inanmıyor adını takıyorlarsa, ona
bir
diyeceğimiz yokdur.
Yine
sözümüze dönelim. Birşeyin örneği, o şeyi tanıtır. Bir damla sızıntı,
bir su menbaını buldurur. Biz de az bildirdik. Bir damla ile haber
veriyoruz.
Kardeşim!
Kıymetli hocamız, beni yetişdi ve yetişdirebilir görerek,
tarîkati öğretmek için izin verince ve tâliblerden çoğunu, bu yana
gönderince,
kemâle gelmiş olduğuma ve tâlibleri yetişdirebileceğime inanamıyordum.
(Bu işde duraklama! Büyüklerimiz, bu makâmların, kemâl ve tekmîl makâmı
olduğunu bildirmişlerdir) buyurdu. (Bu makâma inanmamak, o büyüklerin
yüksekliğine
inanmamak olur) dedi. Emrlerine uyarak, tarîkati talîm etmeğe başladım.
Tâliblere çalışmalarına yardımcı olmağa uğraşdım. Bu uğraşmalarımın
tâliblere
çok fâideli olduğu görüldü. Öyle oldu ki, senelerce çalışarak
kavuşulabilenler,
birkaç sâatde ele geçiyordu. Birkaç zemân uğraşdım. Sonra, yine noksân
olduğumu, aşağıda kaldığımı anladım. Tesavvuf büyüklerinin, son mertebe
dedikleri, gelip geçici (Tecellî-i zâtî)ler, bu yolda hiç hâsıl
olmamışdı.
(Seyr-i ilallah) ve (Seyr-i fillah) ne demek olduğunu bilmiyordum. Bu
kemâllere
de kavuşmak lâzımdı. Bunları düşündükce, aşağıda kalmış olduğumu iyi
anladım.
Yanımda bulunan tâlibleri toplıyarak, geride olduğumu, hepsine
bildirdim.
Dağılmalarını söyledim. Fekat bu sözlerimi aşağı gönüllülük, bir
incelik
sandılar. Yanımdan ayrılmadılar. Az zemân sonra, Allahü teâlâ,
umduklarıma
kavuşdurdu. Sevgili Peygamberinin sadakası olarak (a.s.) ihsânda
bulundu.
Fârisî
mısra tercemesi:
Sen onda yok ol! Kavuşmak budur.
Bu ismleri koyan, dînin yardımcısı, hâce Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleridir. Dahâ önce gelen büyüklerden hiçbiri böyle ismler hiç söylememişlerdir.
Fârisî
mısra tercemesi:
Güzellerin yapdığı, güzel olur!
O büyük
zât buyuruyor ki,
- Dil kalbin aynasıdır. Gönül de, rûhun aynasıdır.
Rûh, insanın hakîkatinin aynasıdır. İnsanın hakîkati de, Hak teâlânın
aynasıdır.
Bilinmiyen hakîkatler, bilinmiyen zâtdan çıkıp, bu uzun yollardan
geçerek,
dile gelir. Söz hâlini alarak, hakîkatlere uygun yaradılışlı olanların
kulaklarına gelir.
Yine buyuruyor ki,
-Büyüklerden birkaçının hizmetinde
bulundum. Bana iki şey ihsân etdiler. Birisi şudur ki, herne yazsam
yenilik
olur. Eski birşey söylemem. İkincisi de, her ne söylesem beğenilir, red
edilmez.
Bu mukaddes kelimeler, söyliyenin büyüklüğünü göstermekdedir. Bunları söylerken, kendisinin arada olmadığı anlaşılmakdadır. Ayna olmakdan başka birşey değildir. Onların içyüzlerini ve derecelerinin yüksekliğini, ancak Allahü teâlâ bilir. Kendi hâllerine uygun olarak, bu mesnevîleri söylerdi.
Fârisî iki
beyt tercemesi:
Herkes, birşey sanarak sevdi beni;
gel de, içimden dinle esrârımı!
Sırlarım,
iniltimden ayrı değil,
fekat, anlıyacak göz, kulak var mı?
Bu fakîr, o büyük Velînin bilgilerinden ve marifetlerinden, bir parça, bu mektûbun sonunda, kısa anlayışıma göre yazmağa çalışacağım. Her iş, Allahü teâlânın dilediği gibi olur.
Allahü teâlâ, bir kimseyi, cezbe hâsıl oldukdan ve temâm oldukdan sonra, sülûk nimeti ile şereflendirirse, bu kimse cezbenin yardımı ile çok uzun bir yolu, çok kısa bir zemânda geçer. Bu yolun, ellibin senelik olduğunu bildirmişlerdir. Meâric sûresinin dördüncü âyetinin, (Melekler ve Rûh, ellibin sene uzunluğundaki bir günde, ona çıkarlar) meâl-i şerîfindeki uzunluk bunu gösteriyor demişlerdir. Böylece, Fenâ-fillah ve Bekâ-billah makâmının kendisine kavuşur. Sülûkün sonu, Seyr-i ilallah yolculuğunun sonuna kadardır. Buraya (Fenâ-i mutlak) denir. Bu makâmdan sonra, cezbe başlar. Buna, Seyr-i fillah ve Bekâ-billah denir. Seyr-i ilallah, sâlikin ismine kadar olan yolculukdur. Seyr-i fillah, bu ismde olan seyrdir. Çünki her ismde sonsuz ismler bulunur. Bunun için, bu ismdeki yolculuk sonsuz olur. Bu fakîrin bu makâmda, ayrıca bir marifeti vardır. Biraz sonra, inşâallahü teâlâ bildirilecekdir. Yükselirken, bu ism, (Ayn-i sâbite)nin üstündedir. Çünki, sâlikin ayn-i sâbitesi, bu ismin zıllidir. Onun ilmdeki sûretidir. Allahü teâlânın lutf ederek seçdikleri, bu ismden de ileri yükselirler. Allahü teâlânın dilediği kadar, sonsuz ilerlerler.
Arabî beyt
tercemesi:
Bundan sonrasını anlatmak çok incedir,
anlatmamak dahâ iyi olan da vardır.
Başka yollardan vâsıl olanlar da, ikincisinde, bunlarla ortak iseler de ve Fenâ-fillah ile Bekâ-billaha kavuşmuşlarsa da, onların riyâzetler çekerek ve mücâhedeler yaparak, çok uzun zemânda sonuna varabildikleri yolu, bu yolun büyükleri, tadını alarak ve şühûd nimeti ve maksûda kavuşmanın zevkı ile, çok kısa bir zemânda geçer, aradıklarına kavuşurlar. Kavuşdukdan sonra da, sonsuz ilerlerler. Sülûk ile sona varanlar arasında, böyle ilerlemeğe ve yakînliğe kavuşan pekazdır. Çünki, cezbenin sülûkden önce olması için, biraz sevilmiş olmak lâzımdır. İstenmedikce çekilmek olmaz. Çekilirse, dahâ yakîn olur. İstenilen ile isteyen arasında çok ayrılık vardır. Bu, Allahü teâlânın öyle bir ihsânıdır ki, dilediğine verir. Allahü teâlâ, büyük ihsân sâhibidir.
Fârisî iki
beyt tercemesi:
Sevilenlerin
aşkı, gizli ve keskindir.
Sevenlerin
aşkı, davul zurna iledir.
Sevenler,
aşk ateşi ile erir, biter,
Sevilen, hem semizler, hem de dâim güler.
Süâl:
Başka silsilelerdeki sevilenler de, böyle ilerliyor ve
yaklaşıyorlar. Onlarda da cezbe, sülûkden önce oluyor. Böyle olunca, bu
yolun, başkalarından üstünlüğü ne olur? Niçin dahâ yakın olur?
Cevâb: Başka tarîkler, bu işi elde etmek için kurulmamışdır.
Bunlarda bulunan pekaz kimseyi, rastgele bu nimetle şereflendirirler.
Bu yol ise, bu nimeti elde etmek için kurulmuşdur. Bu yolun
büyüklerinin
sözleri arasında yer alan (Yâd-i dâşt), cezbe ve sülûkün her ikisi de
hâsıl
oldukdan sonra ele geçebilir. Buna nihâyet demek şühûd ve huzûr
mertebelerinin
ötesidir. Bunu şöyle açıklıyalım: Şühûd, yâ sûret aynasında, veyâ manâ
aynasında olur. Yâhud da, sûretin ve manânın ötesinde olur. Bu perdesiz
olan şühûde (Berkî), yanî şimşek gibi demişlerdir. Yanî, bu şühûd
şimşek
çakar gibi hâsıl olup, sonra hemen araya perde girer. Allahü teâlânın
büyük
nimeti olarak, bu şühûd, perdelenmeyip, devâm ederse, buna (Yâd-i dâşt)
demişlerdir ki, gayb olmıyan huzûr demekdir. Çünki şühûd, perdelenirse,
gayb olur. Perdelenmeden devâmlı olmadıkca, Yâd-i dâşt denilmez. Burada
bir incelik vardır: Her kavuşan, geriye döner. Fekat huzûru devâm eder.
Fekat, bu nisbetin onda bulunması, şimşek çakar gibi olur. Mahbûblarda
ise, böyle değildir. Çünki bunlarda, cezbe, sülûkden öncedir. Huzûrun
bunlarda
bulunması, devâmlıdır. Bütün varlıkları bu nisbet olmuşdur. Yukarıda
buna
işâret eyledik. Bedenleri, rûhları gibi olmuşdur. Bâtınları, zâhirleri
gibi ve zâhirleri, bâtınları gibi olmuşdur. Bunun için, bunların
huzûrları
süreklidir. Nisbetleri, bütün nisbetlerden üstün olmuşdur. Kitâblarında
ve risâlelerinde, böyle olduğu bildirilmekdedir. Çünki (Nisbet), huzûr
demekdir. Huzûrun son mertebesi de, perdesiz devâmlı olmasıdır. Bu
yolun
büyüklerinin, bu nisbet yalnız bizimdir demeleri, bu yolu, bu nimeti
elde
etmek için kurdukları bakımındandır. Böyle olduğunu biraz önce
bildirmişdik.
Yoksa, başka silsilelerin büyüklerinden birkaçına hâsıl olması da
câizdir
ve hâsıl olmuşdur. Evliyânın büyüklerinden şeyh Ebû Saîd-i Ebül-Hayr
(k.s) bu huzûra işâret etmekde ve üstâdından bunu açıklamasını
istemekdedir.
Bu iş devâmlı mıdır demiş. Üstâdı ise, hayır devâmsızdır demişdir.
Tekrâr
sormuş. Tekrâr bu cevâbı almış. Üçüncü soruşunda, üstâdı, devâmlı
olabilir.
Fekat, çok az kimselere nasîb olur buyurmuşdur. Şeyh bunu işitince raks
ederek, bu, o çok az rastlananlardan biridir demişdir.
Mutlak nihâyet, ötelerin ötesidir demişdik. Bunu açıklıyalım. Bu huzûr hâsıl oldukdan sonra, ilerlenirse, hayret girdâbına düşülür. Bu huzûr da, başka mertebeler gibi, arkada kalır. Bu hayrete, (Hayret-i kübrâ) denir. Büyüklerin büyükleri içindir. Böyle olduğu, kitâblarında bildirilmekdedir. Büyüklerden biri, bu makâmda şöyle bildiriyor.
Fârisî
beyt tercemesi:
Güzelliğin beni alt üst etdi.
Birşey bilmiyorum, aklım gitdi.
Bir
başkası buyuruyor ki, fârisî beyt tercemesi:
Hiç yok, yalnız O var dediler, yükseldiler.
yüce serâydan, hepsi eli boş döndüler.
Bu hayret hâsıl oldukdan sonra, (Marifet makâmı) vardır. Acabâ kimi bu nimete kavuşdururlar? Hayret makâmı olan (Küfr-i hakîkî)den sonra, (Îmân-ı hakîkî)ye kavuşdururlar. İşin iç yüzünü bilenlere göre, aranılan en son makâm budur. Davet makâmı ve islâmiyyetin sâhibine tâm uymak burasıdır (a.s). Yûsüf sûresinin yüzsekizinci âyetinin, (Ben herkesi ve bana tâbi olanları, Allahü teâlâya davet ederim) meâl-i şerîfinde bildirilen davet, bu makâmda yapılır. O, dînin ve dünyânın efendisi (a.s), (Yâ Rabbî! Bana, doğru îmân ve sonu küfr olmıyan yakîn ihsân eyle!) diyerek, bu îmânı istemişdir. Hayret makâmı olan (Küfr-i hakîkî)den Allahü teâlâya sığınmış, (Fakrden ve küfrden sana sığınırım) buyurmuşdur. Bu mertebe, Hakk-ul-yakîn mertebelerinin son mertebesidir. Bu makâmda, bilmek ve görmek, birbirlerine perde olmazlar.
Arabî beyt
tercemesi:
Nimete kavuşanlara âfiyet olsun?
Zevallı âşık, birkaç damla ile doysun!
İyi dinle!
Allahü teâlâ, anlayışını artdırsın!
Bu büyüklerin
cezbeleri
iki türlüdür:
Hazret-i
Ebû Bekr-i Sıddîkdan gelen cezbeyi elde etmek için de, başka
bir yol kurulmuşdur. Bu yol (Vukûf-i adedî)dir.
Cezbeden sonra hâsıl
olan sülûk de, iki dürlüdür, hattâ çok dürlüdür:
Fârisî
beyt tercemesi:
İçerden âşinâ ol, dışardan yabancı,
Böyle güzel yürüyüş az bulunur cihânda!
Bunun
gibi, her büyükden bir nûr alarak, elverişli olanlara ulaşmışdır.
Ârif-i Rabbânî hâce Abdülhâlık-i Goncdevânî hazretleri, Hâcelerimiz
zincirinin
baş halkasıdır (kaddesallahü teâlâ esrârehüm). Bunun zemânında, bu
nisbet
yeniden tâzelendi. Meydâna çıkdı. Bundan sonra, bu yolda (Sülûk-i
âfâkî),
yine örtüldü. Cezbe hâsıl oldukdan sonra, sülûk başka yollarla
yapılarak
yükseldiler. Hâce Behâüddîn-i Buhârî (kaddesallahü sirrehül akdes)
dünyâya
gelinceye kadar böyle kaldı. Bunun zemânında, bu nisbet, bu cezbe ve
Sülûk-i
âfâkî ile birlikde yine meydâna çıkdı. Her ikisi ile, marifeti ve
muhabbeti
bir araya topladı. Bununla birlikde, hazret-i Sıddîkdan gelen başka bir
cezbeyi de, Şâh hazretlerine ihsân etdiler. Bunu yukarıda bildirmişdik.
Hâce Alâüddîn-i Attâr hazretleri, halîfesi olunca, Şâh hazretlerinin
kemâllerinden
çok pay aldı. Her iki cezbe ve Sülûk-i âfâkî ile şereflendi. Kutb-i
irşâd
makâmına ulaşdı.
Hâce
Muhammed Pârisâ hazretleri de, Şâh hazretlerinin
kemâllerinden tâm pay aldı. Şâh hazretleri, son günlerinde,
- Beni görmek
isteyen Muhammed Pârisâyı görsün!, buyurdu.
Bir kerre de,
- Behâüddînin
var olması, Muhammed Pârisânın meydâna gelmesi içindir,
buyurduğunu kendisi
haber vermişdir.
Muhammed Pârisâ hazretlerine, (Ferdiyyet) nisbetinin kemâllerini,
mevlânâ Ârif-i Kerânî hazretleri son günlerinde ihsân eylemişdir. Bu
nisbet
kendisini kapladığı için şeyhlik yapamadı ve talebeyi kemâle
kavuşduramadı.
Yoksa, kemâlin ve kemâle erdirmenin en yüksek derecesinde idi.
Hâce Behâüddîn-i
Buhârî Muhammed Pârisâ için,
- Eğer o şeyhlik yapsaydı, âlem nûrla
dolardı,
buyurmuşdu.
Mevlânâ Ârif, bu ferdiyyet nisbetini zevcesinin pederi Mevlânâ Behâeddîn hazretlerinden almışdı. Ferdiyyet nisbetinde yüz, Hak teâlâya karşıdır. Şeyhlikle, talebe yetişdirmekle, öğretmekle ilgisi yokdur. Eğer bu nisbet, davet makâmı olan ve tâlibleri kemâle kavuşduran (Kutb-i irşâd) nisbeti ile birleşirse, ferdiyyet nisbeti ağır basınca, irşâd etmek ve kemâle kavuşdurmak az olur. Eğer iki nisbet de tâm ise, görünüşde halk iledir. İçi ise, hep Hak teâlâ iledir. İnsanları yetişdirmekde, en yüksek derece, bu iki nisbeti taşıyan zâtın makâmıdır. (Kutbiyyet-i irşâd) nisbeti de, yalnız başına insanları kemâle erdirmeğe yetişir. Fekat bu büyüklerin bu makâmda ayrı bir mertebeleri vardır. Bakışları, kalb hastalıklarına şifâdır. Onların yanında bulunmak, kötü huyları yok eder. Seyyid-üt-tâife Cüneyd-i Bağdâdî, bu büyük devlete kavuşmuşdu. Bu yüksek makâmla şereflenmişdi. Kutbiyyet nisbeti, kendisine Sırrî-i Sekâtîden gelmişdi. Ferdiyyet nisbeti de, Muhammed Kassâbdan hâsıl olmuşdu. Cüneyd hazretleri buyurdu ki, (Herkes beni Sırrînin mürîdi sanır. Ben Muhammed Kassâbın mürîdiyim). Bu sözü, (Ferdiyyet nisbeti)nin çok olduğunu, (Kutbiyyet nisbeti)ni, onun yanında yok bildiğini göstermekdedir.
Behâüddîn-i Buhârî (kaddesallahü teâlâ sirrehül'azîz) hazretlerinin talebelerinden sonra, bu yüksek zincirin büyük halkası, hâce-i Ahrâr hazretleridir. Hâcelerin cezbesini temâmladıkdan sonra, (Seyr-i âfâkî)ye başladı. Seyrini isme kadar ulaşdırdı. İsme girmeden önce, Fenâ hâsıl oldu. Sonra yine cezbeye döndü. Böylece, ayrı bir Fenâ sâhibi oldu. Ayrıca bunun Bekâsına da kavuşdu. Bu makâmda büyük şân sâhibi oldu. Fenâ ve Bekâ bilgileri ve marifetleri, kendisine bu makâmda verildi. Makâmlar ayrı olduğundan, bilgileri de başkadır. Birisinde tevhîd-i vücûd vardır. Ötekinde yokdur. Tevhîd ile ilgileri olan ihâta, sereyân, Zât-i ilâhî ile berâberlik, kesretde vahdeti görmek, kesretin, gayb olması, öyle ki, sâlik kendisine (Ben) diyemez gibi bilgiler de hep böyledir. Mutlak Fenâdan sonra hâsıl olan bilgiler böyle değildir. Bunların hepsi, islâmiyyet bilgilerine uygundur. Hiçbirini islâmiyyete uydurmak için sıkıntı çekilmez. Soruya cevâba yer kalmaz. Fekat, hangi cezbe olursa olsun, cezbede olan Bekâ, sekrden kurtulmaz. Tâm sahv olmaz. Bâkî olduğu hâlde, kendisine ben diyemez. Hiçbir kelime ile kendisine işâret edemez. Çünki, cezbede muhabbet kaplar. Muhabbet kaplayınca, sekr lâzım olur. Bunun için, hiçbir zemân sekrden kurtulamaz. Bilgileri de sekrle karışık olur. Vahdet-i vücûdü anlatır. Çünki vahdet-i vücûd, sekrden ileri gelir. Muhabbetin kaplamasından hâsıl olur. Mâ-sivâ görünmez. Sahva gelirse, mahbûbu görmek başka olur. Mâ-sivâyı görmek başka olur. Vahdet-i vücûde inanmaz olur. Mutlak Fenâdan sonra olan Bekâ, sülûkün sonudur. Sahvın ve marifetin başlangıcıdır. Bu makâmda sekr bulunmaz. Fenâ hâlinde, sâlikden gayb olan şeylerin hepsi geri gelir. Fekat şimdi, asl olarak gelmişlerdir. (Bekâ-billah) da, bu demekdir. Buradaki bilgilerde sekr olmaz. Bütün bilgileri, Peygamberlerin bilgilerine uygundur (aleyhimüssalevâtü vetteslîmâtü vettehıyyâtü velberekâtü ilâ yevmiddîn).
Büyüklerden birisinden işitdiğime göre, hace-i Ahrâr hazretleri, annesinin babasından da bir nisbet almışdır. Büyük babası şaşılacak hâllere ve kuvvetli cezbelere sâhibdi. Hâce hazretleri, oniki kutbun makâmından da çok pay almışdır. Dîni kuvvetlendirmek, bu kutblara bağlıdır. Muhabbetde büyük şânları vardır. Hâce-i Ahrârın islâmiyyeti kuvvetlendirmesi ve dîne yardım etmesi, aldığı bu paydan ileri gelmekdedir. Mubârek hâllerinden birazı, yukarıda bildirilmişdi.
Hâce-i
Ahrârdan sonra (kaddesallahü teâlâ sirrehül'azîz) bu büyüklerin
yolunu canlandıran, edeblerini her yere ve en çok, bunların
kemâllerinden
hiç haberleri olmayan Hindistân memleketlerine yayan âriflerin büyüğü
ve
marifetlerin kaynağı ve Allahü teâlânın râzı olduğu dînin bekçisi,
üstâdımız
ve efendimiz Muhammed Bâkî (ellemehüllâhü teâlâ) olduğu, güneş gibi
meydândadır.
Kemâllerinden az birşey mektûbuma eklemek istedim. Buna râzı oldukları
anlaşılamıyarak, bu işe cesâret olunamadı.
Azîmet,
halâl olduğu belli olmıyan şübheli şeyleri de yapmamak,
harâm ve mekrûhlardan herhâlde kaçmakdır.
Ruhsât, islâmiyyetin izin verdiği,
câiz olur dediklerinden sakınmamakdır.
Kesret,
mahlûkların hepsi