Bu mektûb,
molla Abdül-Hay için yazılmışdır.
(İlm-ül-yakîn) ve (Ayn-ül-yakîn) ve
(Hakk-ul-yakîn) bildirilmekdedir:
Allahü teâlâ, size herşeyin hakîkatini, doğrusunu bildirsin! Allahü teâlânın zâtını, kendisini tanımakda (İlm-ül-yakîn) demek, Onun kudretini gösteren âyetleri, alâmetleri görmekdir. Bu âyetleri (Basîret) ile yanî kalb gözü ile görmeğe (Seyr-i âfâkî) derler. Zât-i ilâhînin şühûdü ve huzûru ise, yalnız (Seyr-i enfüsî) ile ilerlemekde olur. Bu seyr, sâlikin kendinde olan ilerlemekdir.
Fârisî
beyt tercemesi:
Ömür boyu yol alsa,
hep seyr eder kendinde.
Sâlikin
kendi dışında olan müşâhedeleri, Allahü teâlânın zâtını bildiren,
işâretleri, alâmetleri görmekdir. Allahü teâlânın kendisini müşâhede
etmek
demek değildir. Hakâık-ı Kur'âniyyeyi bilenlerin başı ve Âriflerin
büyüğü,
islâm dînine yardım edenlerin önderi olan hâce Ubeydüllah (kuddise
sirruhül
akdes) buyurdu ki,
Görülüyor ki, his edilen
veyâ Âlem-i misâlde görülen, şekllerden herhangibiri olan ve nûrlar,
ışıklar
gerisinde bulunan tecellîler, görünmeler hep (İlm-ül-yakîn) hâsıl eder.
Her ne şekl olursa olsun ve nasıl nûr olursa olsun, renkli nûr olsun,
renksiz
nûr olsun, sınırlı olsun veyâ sonsuz olsun, bütün dünyâyı doldursun
veyâ
doldurmasın, nûrların ve şekllerin hepsi, ilm-ül-yakîn içindedir.
Mevlânâ
Abdürrahmân-i Câmî hazretlerinin (Leme'ât) kitâbındaki
beytlerdenfârisî bir beytin tercemesi:
Ey dost!
Seni her yerde ararım,
Her an senden haberler sorarım.
beytini açıklarken buyuruyor ki: (Bu beyt, dostu, âfâkda yanî insanın dışında görmeği haber veriyor. İlm-ül-yakîni bildiriyor). Bu şühûd, maksaddan, dilekden haber vermediği için, Onun huzûrunu, ancak işâretlerle ve düşüncelerle hâsıl etdiği için, ateşi bildiren dumanın ve harâretin şühûdü gibidir. Bunun için, bu şühûd, ilm-ül yakînden ileri gidemez. (Ayn-ül-yakîn) bilgisi hâsıl edemez. Sâlikin varlığını yok edemez.
Ayn-ül-yakîn ise, ilm-ül-yakîn ile bilindikden sonra, Allahü teâlâyı müşâhede etmekdir. Bu şühûd, sâlikin varlığını yok eder. Bu şühûd çoğalınca, sâlikin teayyünü büsbütün yok olur. Kendi teayyününden hiçbirşeyi müşâhede etmez. Yanî kendini müşâhedede fânî olur. Bu (Tâife-i aliyye) (kaddesallahü teâlâ esrârehüm) arasında bu şühûde (İdrâk-i basît) denir. (Marifet) de derler. Bu idrâk, câhillerde de, yüksek olanlarda da vardır. Fekat, birbirlerine benzemez. Yüksek olanlarda mahlûkların şühûdü, Allahü teâlânın şühûdüne mâni olmaz. Belki onlar, Allahü teâlâdan başka hiçbirşeyi müşâhede etmezler. Câhillerde böyle değildir. Mahlûkların şühûdü, Hak teâlânın şühûdüne mâni olur. Bu şühûdden haberleri olmaz. Bunu idrâk etmezler. Bu ayn-ül-yakîn, ilm-ül-yakîni örter. Önceden ilm-ül-yakîn de, ayn-ül-yakîni örtüyordu. Bu şühûd hâsıl olunca şaşkınlık ve bilgisizlik olur. İlm kalmaz. Büyüklerden birkaçı buyurdu ki, (İlm-ül-yakîn, ayn-ül-yakîni örter. Ayn-ül-yakîn de ilm-ül-yakîni örter). Yine buyurdular ki, (Tâm marifet hâsıl olduğunu anlamak için, kendi sırrına bakmak ve orada hiçbir bilgi bulmamak lâzımdır. Böyle olan kimsenin marifeti tâmdır. Marifetin bundan ötesi yokdur). Büyüklerden birkaçı da buyurdu ki, (Allahü teâlâyı en çok tanıyan ârifin, Allahü teâlâyı bilmesi çok az olur, hayrete düşer. Şaşırır kalır).
(Hakk-ul-yakîn) demek, yakîn yanî anlamak kalmadıkdan ve ârif yok oldukdan sonra, Allahü teâlâyı müşâhede etmekdir. Ammâ ârifin Hak teâlâyı şühûdü, Hak teâlâ iledir (celle ve alâ). Kendi müşâhedesi değildir. Sultânın eşyâsını ancak kendi vâsıtaları taşır. Hakk-ul-yakîn bilgisi, (Bekâ-billah) makâmında hâsıl olur. Hadîs-i kudsîde, (Benimle işitir ve benimle görür) buyuruldu ki, bu makâmı göstermekdedir. Sâlikde tâm Fenâ hâsıl oldukdan, Zât-i ilâhîde ve sıfatlarında fânî oldukdan yanî zâtdan ve sıfatlarından başka herşeyi unutdukdan sonra, Allahü teâlâ sâlike yeni bir vücûd, varlık ihsân eder. Onu şaşkınlıkdan, şüûrsuzlukdan kurtarır. Şüûr ve uyanıklık verir. İhsân olunan bu varlığa (Vücûd-i mevhûb-i Hakkânî) denir. Bu makâmda, ilm-ül-yakîn ile ayn-ül-yakîn birbirini perdelemez, örtmez. Şühûd ile birlikde ilm vardır. İlm var iken de, müşâhede etmekdedir. Ârif bu makâmda kendi teayyününü Hak teâlâ sanmışdır. Kendisinin mahlûk olan teayyünü olduğunu anlamamışdır. Çünki, hiçbir mahlûku müşâhede etmemekdedir. Tecelliyât-i sûriyyede kendi teayyünlerini ve sûretlerini, Hak teâlâ olarak tanımakdadır. Onlar kendisinin mahlûk olan teayyünleridir. Bu teayyünlerinde fânî olmadığı için bunların müşâhedesini, Şühûd-i Hak sanmakdadır. Bu nerde, o nerde? Toprak için olan nedir, herşeyin sâhibi için olanlar nedir?
Câhiller
bu sözleri işitince, (Tecellî-i sûrî) ile (Hakk-ul-yakîn)in
birbirlerinden başka olmadığını sanırlar. Her ikisi de kendini Hak
teâlâ
sanmakdır. Fekat ârif, Tecellî-i sûrîde kendi sûretine, şekline (Ben)
der.
Hakk-ul-yakînde ise, kendi hakîkatine, özüne (Ben) der. Tecellî-i
sûrîde
Hak teâlâyı kendi görür. Bu makâmda ise, Hak teâlâyı Hak teâlâ ile
görür.
Kendisi göremez. Görülüyor ki, Tecellî-i sûrîde şühûd sözü bir bakımdan
söylenebilir. Çünki, Hak teâlâ ancak Hak teâlâ ile görülebilir. Bu da,
hakk-ul-yakîn mertebesindedir. Burada şühûd demek, tâm yerinde olur.
Zemânımızdaki
birkaç şeyh, bu inceliği ve ayrılığı anlamadıkları için ve yakînlik
deyince,
maddelerin birbirine yakın olmasını düşündükleri için, din büyüklerine
dil uzatıyorlar. Hakk-ul-yakîni yukarda açıkladığımız gibi bildirenleri
kötülüyorlar. Allahü teâlâyı tanımak, Tecellî-i sûrîde hâsıl olur
diyorlar.
Hâlbuki Tecellî-i sûrî sülûkün yanî bu yolculuğun başlangıcında hâsıl
olmakdadır. Onlar buna hakk-ul-yakîn diyorlar. Hâlbuki hakk-ul-yakîn,
yolun
sonunda ele geçebilir. Onların yolun sonunda kavuşdukları ve
hakk-ul-yakîn
dedikleri, bize yolun başında Tecellî-i sûrî olarak hâsıl olmakdadır.
Allahü
teâlâ, dilediğini doğru yola kavuşdurur.
Vesselâm.