Bu mektûb,
mîr seyyîd Muhibbullah-i Mankpûrîye yazılmışdır.
Îmân-ı gaybın îmân-ı şühûdîden üstün
olduğu ve tevhîd-i şühûdî ile
tevhîd-i vücûdî bildirilmekdedir:
Önce, Allahü teâlâya hamd ve Resûlüne salât ederim! Kıymetli kardeşim seyyid mîr Muhibbullah! Biliniz ki, Allahü teâlânın var olduğuna ve sıfatlarına, gaybden, görmeden inananlar, Peygamberlerdir ve onların Eshâbıdır (a.s). Geriye tâm dönmüş olan Evliyâ da, çok az, hem de pek çok az sayıda olup, Eshâb-ı kirâm gibidirler. Âlimler ve bütün müminlerin îmânları da, gaybdan îmândır. (Uzlet), yanî yalnız yaşıyan Velîlerin ve (Işret) yanî insanlar arasına karışmış Velîlerin îmânları ise, îmân-ı şühûdîdir. Işretde olan tesavvufcular da geriye dönmüşdürler. Fekat, tâm dönmüş değildirler. Bâtınları, yukarıya bakmakdadır. Zâhirleri, yanî bedenleri halk arasında, bâtınları ise Hak teâlâ iledir. Bunların îmânı, bunun için, hep îmân-ı şühûdîdir. Peygamberler (a.s) geriye tâm dönmüşlerdir. Zâhirleri ile de, bâtınları ile de, insanları Allahü teâlâya çağırmakdadırlar. Bunların îmânları, bunun için, gaybden yanî görmeden inanmakdır. Bazı kitâblarımda yazılı olduğu gibi, geri dönmüş olmakla birlikde, yukarıya bağlı kalmak bir kusûrdur. Sona varmış olmamakdır. Tâm olarak geri gelmek, en sona varmış olmağı gösterir. Tesavvufcular, iki tarafa da bağlı kalmağı üstünlük sanıyorlar. Teşbîh ile tenzîhi kendinde toplıyanları yüksek biliyorlar.
Fârisî
mısra tercemesi:
Onlar, onlardır, ben de böyleyim yâ Rab!
Peygamberler (a.s) davet makâmından ayrılıp da, bâkî olan âhıret âlemine girince ve geri dönmekle yapdıkları vazîfeleri temâm olunca, (Refîk-ul-alâ) diyerek, tâm olarak Allahü teâlâya dönerler. Yakînlik mertebelerinde ilerlerler.
Arabî beyt
tercemesi:
Nimete kavuşanlara âfiyet olsun,
Zevallı âşık, birkaç damla ile doysun!
Bu fakîre göre üstünlük, yükselirken mahlûkların hepsini unutmakdır. Hattâ, Allahü teâlânın ismlerini ve sıfatlarını da unutmakdır. Bâtının, Allahü teâlânın zâtından başka birşeyi görmemesidir. Sonra, olan olur. Geri inerken de, yalnız çokluğu görmekdir. Her mümin gibi, o da mahlûklardan başka birşey görmemelidir. İbâdet etmekden ve insanları Allahü teâlâya inanmağa ve emrlerine uymağa çağırmakdan başka birşeyle uğraşmamakdır. Bu davet işini bitirip, bu fânî âlemden ayrılınca, bütün bütün Allahü teâlâya dönmekdir. Îmân-ı gaybden kurtulup, îmân-ı şühûdîye kavuşmakdır. İşitdiklerini önünde bulmakdır. Bu, Allahü teâlânın öyle bir nimetidir ki, ancak dilediğine verir. Onun ihsânları pekçokdur. Yarıda kalmış olanlar, tâm dönmeği noksânlık sanır. Bâtının Allahü teâlâya dönmesini, insanları davet etmek ve yükseltmek için onlara dönmesinden dahâ üstün bilirler. Hâlbuki, insanlara dönen, kendi isteği ile dönmemiş, Allahü teâlânın dilemesi ile, yukarıdan aşağı inmişdir. Kavuşmuş iken, ayrılık hicrânına düşmüşdür. Bunun için geri dönen, her ân, Allahü teâlânın irâdesi iledir. Kendi irâdesi yok olmuşdur. Allahü teâlâya teveccüh eden ise, kavuşmak ve bâtını ile görmek zevkleri içindedir. Yakınlıkla, berâber olmakla sevinmekdedir.
Fârisî
beyt tercemesi:
Sevgilinin istediği ayrılık, bana,
Binlerce dahâ tatlıdır, kavuşmakdansa!
Arabî şir
tercemesi:
Kavuşmak, nefsinin dileğidir,
ayrılık, efendinin emridir.
Her ân dost ile berâber olmak,
nefse uymakdan dahâ sevgilidir!
Geriye dönmenin üstünlükleri, yükseklikleri çokdur. Yukarıya doğru olan Velî, geri dönmüş Velînin yanında, deniz yanındaki bir damla su gibidir. Geri dönmek, Peygamberlerin (a.s) üstünlüklerindendir. Yukarıya teveccüh ise, evliyâlıkdadır. Aradaki uzaklığı buradan anlamalıdır. Bu inceliği herkes anlıyamaz. Bu, Allahü teâlânın öyle bir nimetidir ki, dilediğine verir. Allahü teâlâ, büyük nimetler sâhibidir.
Tenzîh ile teşbîhi kendinde toplıyanlardan birçoğu da diyor ki, bütün müminler tenzîh ile, görmeden îmân ediyorlar. Bu îmân ile birlikde teşbîh îmânına da kavuşan ârif olur. Bu ârif, mahlûkları, Allahü teâlânın zuhûru olarak görür. Mahlûkları, vahdetin muhtelif şekller almış hâli olarak bilir. Yaratanı yaratdıklarının içinde görür. Bunlara göre, yalnız tenzîh ile olan, yanî yaratana, hiçbirşeye benzemeyen, anlaşılamayan bir varlık olarak inanmak noksânlıkdır. Bir olan varlığı bu çoklukdan ayrı olarak düşünmeği ayb bilirler. Hiçbirşeyle bağlılığı olmıyan, hiçbirşeye benzemiyen bir varlığa inananları aşağı derecede sanırlar. Çokluğu düşünmeden, yalnız bir varlığı düşünmeği sınırlı dar bir çerçeve içinde kalmak sanırlar.
Sübhânallah! Allahü teâlâya hamd olsun! Peygamberlerin hepsi, (Âfâkî), yanî insanın dışında olan ve (Enfüsî), yanî insanın içinde olan putları yok etmeğe uğraşdılar. Bu putların yok edilmesini herkesden istediler. Hiçbirşeye benzemiyen, nasıl olduğu anlaşılamıyan ve varlığı lâzım olan yaratanın bir olduğunu bildirdiler. Hiçbir Peygamberin, mahlûklara benziyen bir yaratana îmân edilmesini emr etdiği ve mahlûklar yaratanın görünüşleridir dediği hiç işitilmemişdir. Bütün Peygamberler, varlığı lâzım olan yaratanın bir olduğunu, söz birliği ile bildirmişlerdir. Ondan başka hiçbirşeye tapılamıyacağını söylemişlerdir. Allahü teâlâ, Âl-i İmrân sûresinin altmışdördüncü âyet-i kerîmesinde meâlen, (Kitâblı kâfirlere söyle! Aramızda ortak olan kelimeyi söyleyiniz! Yanî Allahü teâlâdan başka hiçbirşeye tapınmayınız! Ona hiçbirşeyi ortak etmeyiniz. İçimizden hiçbir kimseyi yaratıcı Rab tanımayız deyiniz!) buyuruyor. Bu tesavvufcuların sözleri, sonsuz Rab tanıdıklarını göstermekdedir. Herşey, bir olan Rabbimizin görünüşüdür, diyorlar. Bu sözlerine şâhid olarak Hadîd sûresinin üçüncü âyet-i kerîmesindeki, (Herşeyin başlangıcı ve sonu ve her görünen ve görünmeyen hep Odur) ve Enfâl sûresinin onyedinci âyet-i kerîmesindeki, (O atdığın oku sen atmadın. Allahü teâlâ atdı) ve Feth sûresinin onuncu âyet-i kerîmesindeki, (Sana ellerini uzatıp söz verenler, elbette, Allahü teâlâ ile sözleşmişdirler) okuyorlar ve (Yâ Rabbî! Herşeyin başlangıcı sensin. Senden önce birşey yokdu. Sen en sonsun. Senden sonra birşey yokdur. Sen meydândasın. Senden dahâ açıkda birşey yokdur. Sen gizlisin. Senden dahâ gizli birşey yokdur) hadîs-i şerîfini okuyorlar. Bu âyet-i kerîmeler ve bu hadîs-i şerîf, onların doğru söylediklerini göstermiyor. Âyet-i kerîmede, Allahü teâlânın yalnız kendini bildirmesi, mahlûkların varlıklarının tâm bir varlık olmadığını gâyet güzel göstermekdedir. Yoksa var olmadıklarını bildirmek değildir. Meselâ, hadîs-i şerîfde, (Nemâz, ancak Fâtihayı okumakla kılınır) ve (Emânete hıyânet edenin îmânı yokdur) buyuruldu. Bunun gibi, dahâ nice âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfler vardır. Âyet-i kerîmeye ve hadîs-i şerîflere bu manâyı vermemize, tevîl diyorsunuz demeleri de yersizdir. Bu manâyı vermemiz, âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerin çok beliğ olduklarını göstermekdedir. Dünyâ işlerinde de böyle sözler çokdur. Meselâ, bir kimse gönderdiği memûra olan güvenini bildirmek için, (Onun eli benim elimdir) veyâ (Onun sözü benim sözümdür) der. Bu söze kelimelerin manâsı verilemiyeceği meydândadır. İtimâdın çok olduğunu gâyet güzel anlatmakdadır. Bir hizmetçinin yapdığı iş, onun gücünün, kuvvetinin üstünde olursa ve efendisi bu işe çok ehemmiyyet ve kıymet verdiğini bildirmek isterse, bu işi ben yapdım, sen yapmadın diyebilir. Bu söz efendi ile hizmetçinin tek bir adam olduklarını göstermez. Kölenin, hizmetcinin işi, kuvvet sâhibinin işi olmadığı meydândadır. Kendisi de, elbette o değildir. Bu tesavvufcular, Peygamberlik derecesini anlayamamış olacaklar. O büyükler, iki varlık bildirmekdedir. Bu iki varlık birbirinden başkadır demişlerdir. Peygamberlerin sözlerinden tevhîd ve ittihâd manâlarını çıkarmak, boş yere uğraşmakdır. Onların dediği gibi, var olan, bir olsaydı ve herşey onun görünüşü olsaydı, mahlûklara ibâdet etmek, Ona ibâdet etmek olurdu. Böyle yanlış söyliyenler de yok değildir. Peygamberler (a.s), böyle şeyi çok sıkı yasak etmişler. Allahü teâlâdan başkasına tapınanlara sonsuz azâb yapılacağını bildirmişlerdir. Mahlûklara tapınanların Allahın düşmanı olduklarını bildirmişlerdir.
Bu tesavvufculara yanlış anladıkları bildirilmediği için ve câhillikle, yaratanı yaratdıklarına benzetmek felâketinden kurtarmadıkları için ve mahlûklara ibâdeti Allahü teâlâya ibâdet sanmakdan vaz geçmedikleri için, birçoğu diyor ki: (Peygamberler (a.s), kalın kafalıların yanlış anlamamaları için, ince olan tevhîd-i vücûd bilgilerini sakladılar. Çok varlık bulunduğunu söylediler). Bu sözler, bazılarının, hazret-i Alîyi (r.a.) iki yüzlü yapmalarına benziyor ki, elbette kulak verilmez. Peygamberlerin (a.s) herşeyin doğrusunu bildirmesi lâzımdır. Varlığın bir olması doğru olsaydı ve ondan başka hiçbirşey var olmasaydı, bunu elbette saklamazlardı. Doğruyu bırakıp yanlışı bildirmezlerdi. Hem de, Allahü teâlânın zâtı ve sıfatları ve işleri için olan bilgide doğruyu söylemeğe titizlikle çalışacakları meydândadır. Kalın kafalılar anlıyamasa da, doğruyu söylemekden çekinmezlerdi. Görmüyorlar mı ki, Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde, (Müteşâbihât) denilen ince bilgiler vardır. Müteşâbihâti, değil kalın kafalılar, keskin görüşlü ve ince düşünüşlü olan büyükler bile anlıyamamakdadır. Bununla berâber, bunları bildirmekden çekinmediler. Câhiller anlıyamaz diyerek bildirmekden vaz geçmediler. Bu tesavvufcular, varlığın iki olduğunu söyliyenlere ve Allahü teâlâdan başkasına ibâdetden kaçınanlara, müşrik diyorlar. Varlık birdir diyen bir kimseye, binlerle puta tapınsa bile muvahhid diyorlar. Bunlara göre o putlar, Allahü teâlânın görüntüleridir. Onlara tapınmak, Allahü teâlâya ibâdet olur diyorlar. İnsâf olunsun ki, bu ikisinden hangisi müşrikdir ve hangisi muvahhiddir?
Peygamberler (a.s) vahdet-i vücûd bildirmediler. Varlık ikidir diyenlere müşrik demediler. Mabûdün, tapınacak varlığın bir olduğunu söylediler. Ondan başkasına tapınmağa şirk dediler. Bu tesavvufcular, mahlûkları Allahü teâlâdan başka bilselerdi, başka şeylere tapanlara, müşrik olmaz demezlerdi. Onlar bilse de, bilmese de, mahlûklar mahlûkdur. O değildirler.
Bunların sonra gelenlerinden birkaçı, (Bu âlem, Allahü teâlânın görünüşü değildir) dediler. Herşeye O demekden kaçındılar. Herşey Odur diyenleri beğenmediler. Bunun için, şeyh Muhyiddîni ve onun yolunda olanları inkâr etdiler ve aybladılar. Fekat bunlar, bu âlem Allahü teâlâdan başkadır da demiyor. O değildir, Ondan başka da değildir diyorlar. Bunların sözü de, doğru değildir. İki şey elbet birbirinden başka olur. İkiliğe inanmamak, akla uymamak olur. Evet, Ehl-i sünnetden kelâm âlimleri, Allahü teâlânın sıfatları O değildir. Ondan başka da değildir dediler ise de, buradaki başka sözü, lügat manâsında değildir. Başka olan iki şeyin birbirinden ayrılması câiz olur demekdir. Çünki Allahü teâlânın sıfatları, zâtından ayrılmış değildir ve ayrılmaları câiz değildir. Bunun için, Allahü teâlânın sıfatları O değildir. Ondan başka da değildir sözü doğrudur. Âlem ise, böyle değildir. Allahü teâlâ var idi. Hiçbirşey yok idi. Bunun için âlem, Ondan başka değildir demek, hem lügat bakımından, hem de ikinci bakımından doğru olmaz. Bunlar, ilerliyememiş olduklarından, âlemi yanî mahlûkları, Allahü teâlânın sıfatları gibi sandılar. Sıfatlar için söylemesi câiz olanı, âlem için de söylediler. Âlem Odur demediklerine göre, Ondan başkadır demeli idiler. Böylece, tevhîd-i vücûdî yolundan kurtulmalı idiler. Varlığın çok olduğunu anlamalı idiler. Tevhîd-i vücûdî sâhibleri meselâ şeyh Muhyiddîn-i Arabî ve onun yolunda gidenler, herşey Odur diyor. Bu sözleri, âlem Allahü teâlâ ile birleşmiş demek değildir. Hâşâ ve kellâ! Bu sözleri, âlem yokdur. Ancak Allah vardır demekdir. Mektûblarımda bunu uzun açıklamışdım.
Süâl: Tevhîd-i
vücûde inanan tesavvufcuların iki varlığa inananlara
müşrik demeleri, onlar iki varlık gördükleri içindir. İki varlık görmek
ise, tarîkatde şirkdir.
Cevâb: Tarîkatde şirk olan, iki varlık görmeği önlemek için,
tevhîd-i şühûdî yetişir. Burada tevhîd-i vücûdî hiç lâzım değildir.
Fenâ
hâsıl olması için, sâlikin bir mukaddes zâtdan başka hiçbirşey
görmemesi
ve düşünmemesi lâzımdır. Böylece, tarîkatdeki şirkden kurtulmuş olur.
İnsan
gündüz güneşi görüp yıldızları görmeyince, hergün binlerce yıldız var
olduğu
hâlde, iki varlık görmekden kurtulmuş olur. Yıldızlar var olsa da, yok
olsa da, istenilen şey, yalnız güneşi görmekdir. İşin doğrusu da şudur
ki, sâlik aradığı hakîkî varlığa o kadar çok bağlanmalıdır ki, herşey
var
olduğu hâlde, o hiçbirine bakmamalı, belki hiçbirşeyi görmemeli, onun
kalb
gözüne hiç birşey gelmemelidir. Fenânın en olgun hâli de budur. Eğer
hiçbirşey
var olmazsa, sâlik kimden fenâ bulacakdır? Kimden fânî olacak, kimi
unutacakdır?
Tevhîd-i vücûdîyi ilk olarak açıklıyan şeyh Muhyiddîn-i Arabîdir. Ondan
önce gelen büyüklerin sözleri de, her ne kadar, tevhîdi ve
birleşik olmayı gösteriyorsa da, bu sözlerden tevhîd-i şühûdî de
anlaşılabilir.
Çünki, Allahü teâlâdan başka hiçbirşey görmeyince, kimisi (Cübbemin
altında
Allahü teâlâdan başka birşey yokdur) demiş, kimisi (Sübhânî) diyerek,
hiçbirşeye
benzemiyen varlık olduğunu bildirmiş, kimisi de (Evde Ondan başkası
yokdur)
diye bağırmışdır. Bunların hepsi, bir varlık görme dalında açan
çiçeklerdir.
Hiçbiri vahdet-i vücûdü göstermemekdedir. Vahdet-i vücûdü ilk olarak
açıklıyan,
kısmlara ayıran, bir gramer kitâbı gibi parça parça anlatan, şeyh
Muhyiddîn-i
Arabîdir. Bu bilginin birçok derin ve ince yerlerini yalnız ben buldum
demiş, hattâ, (Peygamberlerin sonuncusu, ince bilgilerin bir kısmını
Velîlerin
sonuncusundan almakdadır) demişdir. Vilâyet-i Muhammedînin sonuncusu
olarak
da, kendini bilmekdedir. Onun kitâblarını şerh edenler, bu sözünü şöyle
açıklıyor: Bir zengin, kendi hazînesinin bekçisinden birşey alırsa,
kendisi
için bir küçüklük olmaz.
Sözün kısası şudur ki, Fenâ ve Bekâya kavuşmak ve (Vilâyet-i sugrâ) ve (Vilâyet-i kübrâ)nın derecelerine yükselmek için, tevhîd-i vücûdî hiç lâzım değildir. Tevhîd-i şühûdî lâzımdır. Yanî, var olanı bir bilmek değil, bir görmek, Ondan başkasını görmemek lâzımdır. Böyle görmekle, (Fenâ) hâsıl olur. Allahü teâlâdan başka herşey, yanî (Mâ-sivâ) unutulur. Bir sâlik, başdan sona kadar ilerler de, tevhîd-i vücûdî bilgileri kendine hiç gösterilmiyebilir. Hattâ, bu bilgilere inanmıyacak gibi olur. Bu fakîre göre, sâliki, bu bilgiler gösterilmeden ulaşdıran yol, bu bilgilerin gösterildiği yoldan dahâ çabuk ilerletir. Bu yolun sâliklerinin çoğu, istenilene kavuşurlar. O yolda olanların çoğu ise, yarı yolda kalırlar. Deryâyı ararken, bir damla ile avunup kalır. Aslı ile birleşmiş sanarak, gölgeye tutulurlar. Böylece asla kavuşamazlar. Böyle olduğunu tecribe ile anlamış bulunuyorum. Herşeyin doğrusunu Allahü teâlâ bildirir. Bu fakîr, her ne kadar ikinci yoldan ilerledim ve tevhîd marifetleri ve ilmleri çok gösterildi ise de, Allahü teâlânın lutfları çok olduğu için ve sevilenlerin götürülmesi ile ilerlediğim için, bu yolun vâdilerinden ve çöllerinden lutf ve ihsân ile geçirildim. Büyük lutf ile gölgelerden atlatılarak asla kavuşduruldum. Sıra, talebe yetişdirmeğe gelince, öteki yolun dahâ çabuk kavuşdurduğu anlaşıldı. Bizlere, doğru yolu gösteren Allahü teâlâya hamd olsun! Allahü teâlâ bize doğru yolu göstermeseydi, kendiliğimizden bulamazdık. Rabbimizin Peygamberleri (a.s) doğru sözlü olarak gelmişdir.
TENBÎH: Yukarıda yazılanlardan anlaşıldığı üzere, birden fazla varlık olduğu hâlde, yanî Allahü teâlâdan başka varlık bulunduğu hâlde, (Fenâ) ve (Bekâ) elde edilmekdedir ve (Vilâyet-i sugrâ) ve (Vilâyet-i kübrâ) hâsıl olmakdadır. Çünki (Fenâ) demek, mâ-sivâyı unutmak demekdir. Mâ-sivâ yok olmayacakdır. Bu sözümüz meydânda olan birşeyi bildirmekde ise de, büyüklerden çoğu bunu anlıyamamışdır. Artık câhillerin nasıl olacağını düşünmeli. Tevhîd-i şühûdînin tevhîd-i vücûdî olduğunu sanıyorlar. Vahdet-i vücûd bilgileri, bu yolda elbette lâzımdır diyorlar. İki vücûde inananlara sapık ve başkalarını da şaşırtıcı diyorlar. Hattâ bunlardan çoğu, Allahü teâlâyı tanımak, tevhîd-i vücûd bilgileri ile olur sanıyorlar. Mahlûkların aynasında bir varlığı görmek, bu yolun sonuna varmak demekdir diyorlar. Hattâ bunlara göre Peygamberimiz (aleyhi ve alâ cemî'i ihvânihi minessalevâti efdalühâ ve minetteslîmâti ekmelühâ), Peygamberlik derecelerini temâmladıkdan sonra, çoklukda yanî mahlûklarda vahdeti yanî bir olan varlığı, yanî Allahü teâlâyı görmek derecesine kavuşdu. (İnnâ a'taynâ-kel-Kevser) âyeti, bu makâma erişdiğini göstermekdedir dediler. Bu âyet-i kerîmede meâlen, (Elbette sana çoklukda vahdeti görmek makâmını verdik) buyuruyor dediler. Öyle sanıyorum ki, Kevser kelimesinde, (v) harfinin, kesret yanî çokluk bildiren üç harfin arasında bulunmasından, böyle anlamışlardır. Hâşâ ve kellâ! Peygamberlik makâmında böyle bilgiler yokdur. Çünki, Peygamberler (a.s) hiçbirşeye benzemiyen bir varlığa inanmağı emr buyurmuşlardır. Mahlûklar aynasında görülebilen hiçbir şeyin, O bir varlıkla ilişiği olamaz. Bunların hepsi, anlaşılabilen ve ölçülebilen şeylerdir. Allahü teâlâ, bu tesavvufculara insâf versin! Peygamberleri (a.s) kendi derecelerindeki terâzî ile ölçmeğe kalkışıyorlar. O büyüklerin derecelerini kendi dereceleri gibi sanıyorlar. Ağızlarından çok büyük söz çıkarıyorlar.
Fârisî
beyt tercemesi:
Taş içindeki böcek sanır,
Yer ve gök hep orasıdır.
diyorlar. Bu fakîre başlangıcda böyle bilgiler hâsıl olmuşdu. Sonra pişmânlık, tevbe ve istigfâr nasîb oldu. O görünenleri, hıristiyanların putları gibi, Allahü teâlâdan uzak buldum. Behâüddîn-i Buhârî hazretleri buyuruyor ki, (Her görülen ve her işitilen ve her anlaşılan, Ondan başkadır, kelime-i tevhîd söylerken, LÂ ile birlikde, bunların hepsini yok etmelidir!). Bunun için, kesretde vahdeti görmek de, nefy edilecekdir. Nefy edilmesi lâzım gelen şey, O mukaddes varlıkda bulunamaz. Hâce hazretlerinin o sözü, beni bu şühûdden kurtardı. Şühûdün, görmenin zevklerine bağlı kalmağa son verdi. İlmden cehle çıkardı. Marifetden hayrete ulaşdırdı. Allahü teâlâ, o büyük Velîye bizim tarafımızdan çok iyilikler versin! Bu sözümle, o büyük rehberin mürîdi olduğumu, onun kölesi olmakla şereflendiğimi bildiriyorum. Doğrusu, Evliyâdan çok azı, onun gibi söylemişdir. Müşâhedeleri onun gibi yok eden pek az olmuşdur. Şâh-ı Nakşibend hazretleri, (Behâüddînin başlangıcı, Bâyezîd-i Bistâmînin sonu değil ise, Allahü teâlânın marifeti ona harâm olsun!) buyurmuşdur. Bu sözle ne demek istediği şimdi anlaşılmakdadır. Çünki Bâyezîd, çok yüksek derecelere yükseldi ise de, şühûdden ve müşâhededen kurtulamadı. (Sübhânî) çerçevesinin darlığından dışarı çıkmadı. Behâüddîn-i Buhârî hazretleri ise, bir (LÂ) kelimesi ile, bütün müşâhedelerini, gördüklerinin, bulduklarının hepsini yok etdi. Hepsini Allahü teâlâdan başka bildi. Bâyezîdin tenzîh sanmış olduğunu, teşbîh bildi. Onun (Bi-çûn) dediğine (Çûn) dedi. Onun kemâl gördüğünü, noksanlık gördü. Bunun için, onun teşbîhden ileri gidemiyen sonu, bu büyük hocamızın başlangıcı oldu. Çünki teşbîhden başlayıp, tenzîhe vardı. Belki Bâyezîd-i Bistâmî hazretlerine son günlerinde bu kusûru bildirmiş olacaklardır ki, (Zikrlerim hep gafletle imiş ve hizmetlerim, ibâdetlerim, câhillikle imiş) buyurmuşdur. Huzûr, şühûd dediklerinin, gaflet olduğunu bildirmişdir. Onun huzûr ve şühûd dedikleri, Allahü teâlânın huzûru değildi. Gölgelerden bir görüntünün huzûru idi. Sonsuz zuhûrlardan biri idi. Bunlara bağlanarak, Allahü teâlâdan gâfil kalmışdı. Çünki Allahü teâlâ, verâların verâsı, ötelerin ötesidir. Zıller, görüntüler, zuhûrlar, bu yolun başlangıcında olur ve ilerletmeğe yararlar. Behâüddîn-i Buhârî hazretleri, (Bu yolun sonunu, başlangıcına yerleşdirdik) buyurdu. Bu sözü, tâm yerindedir. Çünki ta başlangıcda yalnız bir varlığı aramakdadır. İsmlere, sıfatlara bakmayıp, ancak zâtı özlemekdedir. Bu yüksek yola giren uyanık bir tâlibde bu nimet, bu kemâle kavuşmuş olan rehberinden saçılarak, yayılarak hâsıl olur. Tâlib bu kazancını bilse de, bilmese de, hiç değişmez. Bunun için, nihâyetde kavuşulan dereceler, bu büyüklerin başlangıcında yerleşmiş bulunmakdadır. Bu yolun başında hâsıl olan, bir varlığı özlemek nimeti, sâlikde kuvvetlenirse, bâtındaki bu arzû, zâhirine de işlerse, mahlûkların aynasında görünen aşağı müşâhedelerden kurtulur ve teşbîh bilgilerinden sıyrılır. Eğer o teveccüh kuvvetlenmeyip, yalnız bâtınında kalırsa, çok olur ki, kesretde vahdeti görmek lezzetine takılır. Tevhîd ve ittihâd zevklerine dalar. Fekat bu yolda, tevhîd müşâhedesi, yalnız zâhirde kalır. Bâtına bulaşmaz. Bâtınları yanî kalbleri ve rûhları, yine bir varlığı özlemekdedir. Zâhirleri, kesretde vahdeti görmekdedir. Çok olur ki, zâhirlerindeki müşâhede kuvvet bularak, bâtındaki teveccüh belli olmaz. Yalnız zâhirin şühûdü bilinir. Bu satırları yazan fakîr de, başlangıcda böyle idi. Zâhirdeki kuvvetli olduğundan bâtındaki yalnız bir varlığa teveccüh belli olmamışdı. Kendimi temâmen (Kesretde vahdet) şühûdüne müteveccih buluyordum. Bir müddet sonra, Allahü teâlâ, bâtındaki teveccühü de bildirdi. Bâtına da yardım eyledi. Şimdiki derecelere kavuşdurdu. Bunun için, Allahü teâlâya sonsuz hamd olsun. Bu yolun büyüklerinden birkaçında görülen tevhîd marifetleri ve aşağı müşâhedeler de böyledir. Bu büyüklerin hem zâhirleri, hem de bâtınları, bu müşâhedelere bağlanmamışdır. Bu marifetlere tutulmamışdır. Başka yollarda olanlar böyle olmayıp, zâhirleri de, bâtınları da, bu müşâhedelere tutulmuşdur. Bu şühûdü, tenzîh ile teşbîhi birleşdiriyor sanmışlar, kemâl bilmişlerdir. Fekat, bunların bâtınları da, tenzîhe inanmakda ise de, başka şeye tutulmuşlar, başka şey bilmişlerdir. Tenzîhe inanmıyanlar ve aşağı müşâhedelerden başka bir varlığa îmân etmiyenler, mülhiddir, sapıkdır, sözümüzün dışındadırlar. Mahlûkların aynasında Hak teâlâyı müşâhede etmeği, tesavvufcular kemâl sayıyor ve teşbîh ile tenzîhin birleşmesi diyorlar. Bu fakîre göre, bu müşâhede, Allahü teâlâyı müşâhede etmek değildir. Bunların gördükleri, vehm ve hayâl etdikleri şeylerdir. Mümkinde gördükleri, Vâcib değildir. Mahlûkda buldukları, Kadîm değildir. Teşbîhde görünenler, tenzîh değildir. Sakın tesavvufcuların, boş sözlerine aldanmayınız! Hak olmıyanı, hak sanmayınız! Bu tesavvufcular, şüûrsuz bir hâlde olduklarından özrlü sayılırlar. Yanılan müctehid gibi hesâba çekilmezler ise de, bunlara uyanlara acabâ ne yaparlar bilemem. Keşki bunları da, yanılan müctehidlere uyanlar gibi afv etseler! Fekat afv etmezlerse, işleri çok güç olur.
Kıyâs ve ictihâd, islâmiyyetin dört temelinden birisidir. Buna uymağa emr olunduk, evliyânın keşf ve ilhâmları, böyle değildir. Bunlara uymağa emr olunmadık. İlhâm, yalnız sâhibi için delîldir, huccetdir, seneddir. Başkaları için sened değildir. İctihâd ise, her müslimân için huccetdir, seneddir. Bunun için müctehid olan âlimlere uymak lâzımdır. Dînin temellerini, bu âlimlerin bildirdiklerine uygun olarak öğrenmelidir. Tesavvufcuların, bu âlimlerin bildirdiklerine uygun olmıyan sözlerine ve işlerine uymamak lâzımdır. Bununla berâber onlara iyi gözle bakarak dil uzatmamalı, şüûrsuz olan sözlerinden saymalıdır. Açık olan yanlış manâları bırakıp doğru manâlar çıkarmalıdır. Şuna çok şaşılır ki, tesavvufculardan çoğu, vahdet-i vücûd gibi keşf ve ilhâm ile anlaşılan bilgilere inandırmak için insanları zorluyorlar. Onların da, böyle söylemesini istiyorlar. İnanmıyanlara azâb olacağını bildiriyorlar. Keşki bu bilgileri inkâr etmemeleri için zorlasalardı. İnkâr edenlere azâb var deselerdi. Çünki îmân başkadır, inkâr etmemek başkadır. Bu bilgilere inanmak lâzım değildir. Fekat inkâr etmekden de sakınmalıdır. Çünki bu bilgileri inkâr etmek, bu bilgilerin sâhiblerini inkâr etmeğe gidebilir. Hak yoldaki evliyâya düşmanlığa sebeb olabilir. Sözün kısası, hak yolda olan Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine göre inanmalı ve hareket etmeli ve tesavvufcuların keşflerine iyi gözle bakmalıdır. Bu sözlere evet veyâ hayır demekden sakınmalıdır. Aşırı gitmekle geri kalmak arasındaki iyi, orta yol da budur. Herşeyin doğrusunu bildiren Allahü teâlâdır. Ne kadar şaşılır ki, tesavvufcu olduğunu söyliyenler arasında, bu müşâhedelerle doymıyarak, hattâ bu görüşleri aşağı sanarak, dünyâda Allahü teâlâyı görüyoruz diyenler çıkmışdır. Hiçbirşeye benzemiyen Vâcib-ül-vücûdü gördüklerini söylüyorlar. Peygamberimizin (a.s) mirâc gecesinde bir kerre kavuşduğu nimete biz her gün kavuşuyoruz diyorlar. Gördükleri nûru, sabâhları tan yerinin ağarmasına benzetiyorlar. Bu nûrun anlaşılamayan bir mertebe olduğunu sanıyorlar. Tesavvuf yolunun sonu, bu nûrun görünmesine kadardır diyorlar. Allahü teâlâ, zâlimlerin dedikleri şeylerden çok uzakdır. O, çok büyükdür. Bu da yetişmiyormuş gibi, Allahü teâlâ ile konuşduklarını bildiriyorlar. Allahü teâlâ böyle buyurdu diye birçok şeyler söylüyorlar. Düşmanlarına, Allahü teâlâ size şöyle böyle yapacağını bildirdi diyorlar. Sevdikleri kimselere de müjdeler veriyorlar. Kimisi de, gecenin üçde ikisi veyâ dörtde üçü geçdikden sonra, Rabbim ile konuşdum, çok şeyler sordum, cevâblarını aldım diyor. Bunların sözlerinden anlaşılıyor ki, o gördükleri nûru Hak teâlâ sanmakdadırlar. O nûru, Allahü teâlânın görünüşlerinden bir görünüş olarak ve zıllerden bir zıl olarak değil de, Allahü teâlânın zâtı, kendisi sanıyorlar. Hâlbuki, o nûra Allahü teâlânın zâtı demek, büyük iftirâdır. Tâm bir sapıklık ve zındıklıkdır. Cenâb-ı Hak, ne kadar çok sabrlıdır ki, böyle iftirâcılara çeşid çeşid azâblar yapmak için acele etmiyor ve bunları yok etmiyor. Allahü teâlânın ilmi çokdur, hilmi de çokdur. Kudreti büyükdür. Afvı da büyükdür. Mûsâ aleyhisselâmın kavmi, Allahü teâlâyı görmek istedikleri için yok edildiler. Hazret-i Mûsâ (a.s) Allahü teâlâyı görmek isteyince, Arâf sûresinin yüzkırkikinci âyetinde meâlen, (Sen beni elbette göremezsin) cevâbını aldı. Aklı başından gitdi. Bu isteğinden tevbe etdi.
Muhammed (a.s) Rabbül'âlemînin mahbûbudur. Gelmiş ve gelecek bütün varlıkların, her bakımdan en üstünüdür. Mubârek bedeni ile mirâca çıkdığı hâlde ve Arşı, Kürsîyi geçdiği ve zemândan, mekândan dışarı çıkdığı hâlde ve Allahü teâlâyı gördüğüne Kur'ân-ı kerîmde işâretler bulunduğu hâlde, âlimlerimiz arasında görmedi diyenler de vardır. Âlimlerin çoğu, görmedi demişdir. İmâm-ı Gazâlî de, görmemiş olması dahâ doğrudur buyurmuşdur. Bu câhiller ise, bozuk hayâlleri ile hergün gördüklerini sanıyorlar. Hâlbuki islâm âlimleri, Muhammed Resûlullahın (a.s) bir kerre görmesinde sözbirliğine varamamışlardır. Bunların sözlerine dikkat edilirse, iki kimsenin karşı karşıya konuşdukları gibi, Allahü teâlâ ile konuşduklarını sanıyorlar. Bu da, tâm sapıklıkdır. Hâşâ ve kellâ! Kelimeleri yanyana dizerek, birbirinden önce ve sonra sıralıyarak konuşmak, mahlûk olmağı gösterir. Allahü teâlâ, böyle konuşmaz. Tesavvuf büyüklerinin sözleri, bunları yanıltmış olacak. Tesavvuf büyükleri de, Allahü teâlâ ile konuşulacağını bildirmişlerdir. Fekat bu büyükler, Allahü teâlânın bu sözleri arka arkaya söylediğini bildirmiyorlar. Allahü teâlâ, bu kelâmı yaratdı diyorlar. Bu sözleri hiç yanlış değildir. Mûsâ aleyhisselâmın mubârek ağaçdan işitdiği söz de, Allahü teâlânın kelâmı idi. Söz mahlûk, Allahü teâlâ hâlık idi. Yoksa, iki kimsenin konuşması gibi değildi. Cebrâîl aleyhisselâmın Allahü teâlâdan işitdiği kelâm da, böyle idi. Bu kelâmlar da, Allahü teâlânın kelâmıdır. Buna inanmıyan kâfir ve zındık olur. Allahü teâlânın kelâmı, (Kelâm-ı nefsî) ile (Kelâm-ı lafzî) arasında sanki ortakdır. Araya hiçbirşey karışmadan Allahü teâlâ onu yaratmakdadır. Bundan anlaşılıyor ki, kelâm-ı lafzî de Allah kelâmıdır. Buna inanmıyan da kâfir olur. Burasını dikkatle okumalıdır. Bu açıklama çok yerde işe yarayacakdır. İnsanı herşeye kavuşduran Allahü teâlâdır.
Mümkinlerin yanî mahlûkların vücûdleri yanî varlıkları da, bütün sıfatları ve kuvvetleri gibi pek zaîfdir. Mümkinin ilmi, Vâcib-i teâlânın ilmi yanında nedir ki? Mahlûkun kudretinin, ezelî olan kudret yanında ne değeri olabilir? Bunun gibi, mümkinin varlığı, Vâcib-i teâlânın varlığı yanında hiçdir. Bu iki varlığa bakan bir kimse, ikisi arasındaki ayrılığın çokluğunu görünce şaşıracak ve bu ikisine de varlık demek acabâ doğru mudur? Yoksa, birisine var demek doğrudur da, ikincisine, varlığa benzediği için mi var denmişdir diye soracaklardır. Görmüyor musun? Tesavvufcuların çoğu ikinci soruya inanarak, mahlûkların varlığına, mecâz yolu ile vücûd demişlerdir.
Mahlûkların varlığını söyliyen, yâ câhil müslimânlardır. Yâhud, insanların en yüksekleridir. İnsanların en yüksekleri, Peygamberlerdir (a.s) ve ümmetleri arasında, Peygamberin vilâyetine kavuşmakla şereflenen, zıl dâirelerinin hepsini geçenlerdir. Herşeyin içini anlıyamayıp yalnız dışlarını gören câhiller, Vâcib-i teâlânın varlığı ile, mümkinlerin varlığını tâm varlık sanırlar. Her ikisini mevcûd bilirler. İnsanların en yüksekleri keskin görüşlüdür. Bu iki varlığı, tâm varlık bulurlar. Vücûdün parçalarının dereceleri arasındaki ayrılıkların, vücûdün sıfatlarında ve itibârlarında olduğunu, özlerinde ve zâtlarında olmadığını söylerler. Böylece, birisi, tâm varlık, öteki mecâz olarak varlık olmakdan kurtulur. İnsanların orta derecede olanları, câhillerden üstün ve en yüksek olanlardan aşağı derecelerde olduklarından, mahlûkların var olduklarına inanmaları ve bunların vücûdlerine tâm varlık demeleri çok güçdür. Bunun içindir ki, mümkinin varlığı, tâm varlığa benzediği için, ona mevcûd denilmişdir derler. Güneşde durmuş suya, güneşlenmiş su demeğe benzemekdedir. Vücûd, onunla bulunmuyor ki varlığı doğru olsun. Bu tesavvufculardan birkaçı da, mahlûkların vücûdü üzerinde birşey söylememişdir. Vücûdleri vardır veyâ yokdur diye açıkça konuşmamışlardır. Birkaçı ise, mahlûkların vücûdü yokdur dedi. Vâcib-i teâlâdan başka mevcûd yokdur dediler. Birkaçı da, mahlûkların vücûdünü Vâcib-i teâlâdan başka bilmezler. İki vücûd birdir de demezler. Birkaçı ise, mahlûkları Allahü teâlânın var olduğu vücûd ile mevcûddürler dedi ki, bu söz mahlûkların ayrıca vücûdleri yokdur demekdir.
Mahlûkların vücûdü vardır demek için keskin görüşlü olmak lâzımdır. Allahü teâlânın vücûdü yanî varlığı yanında, mahlûkların vücûdünü, bunlar görebilir. Keskin görüşlü olanlar, gündüzün, güneşin vücûdü yanında yıldızları görürler. Görmesi kuvvetli olmıyanlar ise göremez. Mahlûkların vücûdü, gündüz yıldızların vücûdü gibidir. Görüşü kuvvetli olanlar görebilir. Görmesi az olanlar görmekden mahrûm kalır.
Süâl:
Câhillerin görmesi zaîf ve basîretleri, yanî kalb gözleri
kör olduğu hâlde, mahlûkların vücûdünü nasıl görebiliyorlar. Vâcib-i
teâlânın
vücûdünün ışıkları, onların görmesine niçin mâni olmıyor?
Cevâb: Câhiller, birşeyi öğrenmekle anlar. Görmekle anlamaz.
Biz burada öğrenerek değil, görerek anlıyanları söylüyoruz. Öğrenmekle
anlıyanlar için birşey demiyoruz. Vâcib-i teâlânın vücûdünün ışıkları,
câhillere göre sanki yok gibidir. Bunun için, mahlûkların, vücûdünü
görmeğe mâni olmaz. Şöyle de cevâb veririz ki, ışıkların görünmesi,
mahlûkların
vücûdünü görmeğe mânidir. Mahlûkların vücûdünü bilmeğe mâni değildir.
Çünki bir şeyi bilmek, çok olur ki, işitmekle ve başkalarına uymakla da
hâsıl olur. Düşünmekle ve benzetmekle de bilinebilir. Görüşleri zaîf
olanlar
da, gündüzleri yıldızların vücûdünü bilir. Güneşin ışıkları, bu bilgiye
mâni olmaz. Câhiller, mümkinlerin vücûdünü bilmekdedir. Görmekde
değildirler.
Çünki şühûd, yanî görmek, kalb gözü ile olur. Bunların basîretleri yanî
kalb gözleri ise, kördür. Görülecek şey, melek de olsa veyâ melekût
veyâ
ceberût yâhud lâhut da olsa göremezler.
Mahlûkların vücûdü var demekde, câhiller en yüksek âlimler gibidir dedik. Başka birçok yerlerde de onlar gibidirler. Bunun içindir ki, Peygamberler (a.s) birçok işleri câhiller gibi yapmakdadırlar. Herkes ile ve çoluk çocukları ile, onlar gibi yaşarlar. İnsanların en iyisinin (a.s) çoluk çocuğuna karşı güzel işlerini herkes bilir. Meselâ birgün, insanların en iyisi (a.s) hazret-i Hasen ile hazret-i Hüseyni öpdüler. Onlarla sevinçli ve güler yüzlü vakt geçirdiler. Orada bulunanlardan birisi, (Yâ Resûlallah! Onbir oğlum var. Şimdiye kadar hiçbirisini öpmedim) dedi. Peygamberimiz (a.s) buyurdu ki, (Bu merhametdir. Kullarından dilediğine ihsân eder). En yüksek olanlar, birçok işlerinde câhillere benzemekdedir. Bu benzeyiş, her ne kadar görünüşde ise de, câhiller, işin iç yüzünü anlıyamadıklarından, o büyüklerden fâidelenemiyorlar. O büyükleri kendileri gibi sanıyorlar. Kendilerine benzemiyenlere bakıyorlar. Onları büyük biliyorlar. Evliyânın ahlâkı ve işleri kendilerine benzemediği için onları, huyları, işleri ve sözleri kendilerine benziyenlerden dahâ üstün sanıyorlar. Kendilerine benziyen ahlâk ve işler, Peygamberlerde bulunsa bile, onları dahâ üstün biliyorlar. İşitdiğimize göre, şeyh Ferîdeddîn-i Şekergenç hazretlerinin çocuklarından biri ölünce, bunu haber aldığı zemân, hiç üzülmedi. (Bir köpek yavrusu ölmüşdür, dışarı atınız!) dedi. İnsanların en üstünü olan Muhammed aleyhisselâmın oğlu İbrâhîm vefât edince, yanına gelip ağladı ve çok üzüldü ve (Yâ İbrâhîm! Senin ayrılığınla çok üzüntüdeyiz) buyurdu. Üzüldüklerini çok çok bildirdiler. Şimdi düşünelim! Şeyh Ferîdeddîn mi dahâ üstündür, yoksa Seyyid-ül-beşer mi? Câhiller, hayvan gibi olduğundan, şeyhin işini dahâ üstün görürler. Onun dünyâya bağlı olmadığını anlarlar. Resûlullahın (a.s) işini ve sözlerini dünyâya bağlılık sanırlar. Bu kötü inanışlarından Allahü teâlâya sığınırız! Bu dünyâ imtihân, deneme yeridir. Câhilleri en yükseklere benzetmenin çok fâideleri ve sebebleri vardır. (Allahümme erinelhakka hakkan verzuknâ ittibâahu ve erinel bâtıla bâtılan verzuknâ ictinâbehu bi-hurmeti Seyyidil-beşer aleyhi ve alâ âlihi ve eshâbihi minessalevâti efdalühâ ve minetteslîmâti ekmelühâ). Yanî, (Yâ Rabbî! Doğruyu bize doğru olarak göster ve ona uymağı bize nasîb et ve yanlış, bozuk olan şeylerin yanlış olduklarını bize göster ve onlardan sakınmamızı nasîb et! İnsanların en üstünü hurmetine bu düâmızı kabûl buyur!).
Yine sözümüze dönelim. Peygamberlerin (a.s) ve onların Eshâbının ve Eshâbın izinde giden Evliyânın îmânları, önce şühûdî iken, insanları Allahü teâlâya çağırmak için geriye döndükden sonra, gaybî olmuşdur. Şuna benzer ki, bir kimse gündüz, güneşi görür. Güneşin vücûdüne îmân-ı şühûdî ile inanır. Gece olunca, bu îmân-ı şühûdîsi, îmân-ı gaybî olur. Âlimlerin îmânı, gaybî ise de, Peygamberlerin (a.s) izinde gitdikleri için bu îmân-ı gaybîleri, vicdânî ve anlayışlı olmuşdur. Nazârî, teorik olmakdan kurtulmuşdur. Âlim deyince, âhıret bilgilerine âlim olan kimse anlaşılmalıdır. Dünyâ âlimleri anlaşılmamalıdır. Çünki dünyâ âlimleri, bütün müminler gibidir. Bütün müminlerde bulunan gaybden îmânın çok dereceleri vardır. Bu îmânın en yüksek derecesi, Peygamberlere (a.s) uymakla hâsıl olan îmândır. Yanî, Allahü teâlâ şöyle buyurdu ve Resûlullah (s.a.v) böyle buyurdu diyerek öğrenilen îmândır.
Süâl: Ehl-i
sünnet âlimleri buyuruyor ki, istidlâl ile yanî
akl ile bularak hâsıl olan îmân, taklîd ile yanî başkasına uyarak hâsıl
olan îmândan dahâ üstündür. Hattâ, âlimlerin çoğu, istidlâl îmânın
şartıdır.
Taklîd ile hâsıl olan îmân, îmân olmaz buyurmuşlardır. Siz ise, îmân-ı
taklîdî dahâ üstündür diyorsunuz?
Cevâb: Peygamberleri (a.s) taklîd
ederek hâsıl olan îmân, îmân-ı istidlâlîdir. Çünki o büyükleri taklîd
eden
kimse, Peygamberlerin (a.s) bildirdiği her şeyin
doğru olduğunu, aklı ile, düşüncesi ile anlamışdır. Çünki Allahü
teâlânın,
bir kimsenin sözlerinin doğru olduğunu bildirmesi için, ona, mucizeler
vermesinden, o kimsenin elbette doğru sözlü olduğu anlaşılır.
Peygamberlerin (a.s) hepsinde mucizeler bulunduğu için, hepsi
doğru sözlüdür. Başkasına uyarak hâsıl olan îmânın kıymetsiz olması,
babalarından
görerek îmân etdikleri içindir. Peygamberlerin (a.s)
doğru söylediklerini, bildirdikleri herşeyin doğru olduğunu düşünmeden,
yalnız anadan babadan ve etrâfdan görerek hâsıl olan îmândır. Böyle
olan
îmân-ı taklîdî, âlimlerin çoğuna göre kıymetsizdir.
Mantığa dayanarak, akl ile, düşünce ile hâsıl olan îmâna gelince, bu yoldan îmân elde edilebilir. Fekat elde edenler pekazdır. Allahü teâlânın varlığını bu yoldan isbât etmekde, mevlânâ Celâleddîn-i Devânî gibi biri dahâ bulunduğunu bilmiyoruz. Çünki bu, hem muhakkıkdır ve hem de sonra gelenlerdendir ve bu yüksek varlığı isbât etmek için çok uğraşmışdır. Böyle olmakla berâber, ondan sonra gelenlerden onun yazılarını açıklayanlar, onun ileri sürdüğü düşüncelerden, olaylardan yanlış veyâ kusûrsuz olanını görememişlerdir. Açıklarken çok fikrleri değişdirmek zorunda kalmışlardır. Bundan anlaşılıyor ki, Peygamberleri (a.s) taklîd etmeğe dayanmadan, yalnız istidlâl ile îmân hâsıl edenlere yazıklar olsun! Allahü teâlâ, îmânın nasıl elde edileceğini bize gösteriyor. Âl-i İmrân sûresinin elliüçüncü âyetinde meâlen, (Yâ Rabbî! Senin indirdiğine inandık. Resûlüne uyduk. Bizi şâhid olanlarla birlikde bulundur!) buyuruldu.