Bu mektûb,
mevlânâ Muhammed Eşrefe yazılmışdır.
Dört halîfenin üstünlüklerini ve
Eshâb-ı kirâmın büyüklüğünü bildirmekdedir:
Allahü teâlâya hamd olsun. Onun sevgili Peygamberine ve temiz Ehl-i beytine ve Eshâbının hepsine salât ve selâm olsun (salevâtullahi aleyhi ve alâ Âlihi ve Eshâbih)! Din ve dünyâ seâdetinize düâ ederim.
Kıymetli kardeşim! Birkaç şaşılacak bilgi ve işitilmemiş gizli şeyler ve cenâb-ı Hakkın ihsân etdiği hoş şeyleri bildireceğim. Bunların çoğu, Şeyhaynın ve hazret-i Osmân-ı Zinnûreynin ve Allahın arslanı hazret-i Alînin üstünlüklerini ve yüksekliklerini göstermekdedir. Kısa anlayışıma göre yazıyorum. Dikkatle dinleyiniz! Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk ve hazret-i Ömer-ül Fârûk (r.a), Muhammed aleyhisselâmın yüksekliklerine ve vilâyet-i Mustafâvînin derecelerine kavuşdukları gibi, vilâyet bakımından, hazret-i İbrâhîm aleyhisselâma ve insanları dîne çağırmak bakımından da, Mûsâ aleyhisselâma bağlıdırlar. Hazret-i Alî ise, her iki bakımdan da, hazret-i Îsâ aleyhisselâma bağlıdır. Hazret-i Îsâ, rûhullahdır ve kelimetullahdır. Bunun için kendisinde vilâyet yüzü, Peygamberlik yüzünden dahâ kuvvetlidir. Hazret-i Alî de, Ona bağlı olduğu için, Onda da, vilâyet yüzü dahâ kuvvetlidir. Dört Halîfenin (radıyallahü teâlâ anhüm ecma'în) mebde-i teayyünleri, ilm sıfatıdır. Topluca veyâ açıkca çeşidli yönlerden ayrılırlar. Bu sıfat, topluluk bakımından, Muhammed aleyhisselâmın terbiyecisidir. Genişlik bakımından ise, İbrâhîm aleyhisselâmın rabbidir. Her iki bakımdan ise, Nûh aleyhisselâmın rabbidir. Mûsâ aleyhisselâmın rabbi, kelâm sıfatıdır. Îsâ aleyhisselâmın rabbi, kudret sıfatıdır. Âdem aleyhisselâmın rabbi, tekvîn sıfatıdır.
Hazret-i Ebû Bekrle hazret-i Ömer, Resûlullahın Peygamberlik yükünü taşımakdadırlar. Fekat burada da, her ikisinin mertebesi ayrıdır. Hazret-i Alî, Îsâ aleyhisselâma bağlı olduğundan ve vilâyet yüzü dahâ kuvvetli olduğundan, Muhammed aleyhisselâmın vilâyet yükünü taşımakdadır. Hazret-i Osmân-ı Zinnûreyn, ortada olduğu için, her iki yükü de taşımakdadır. Hazret-i Mûsâ aleyhisselâma bağlılığı dahâ çokdur. Çünki, herkesi dîne çağırmak, Peygamberlik makâmına uygun bir işdir. Bu iş, bizim Peygamberimizden sonra, Peygamberler arasında, Onda dahâ çok ve dahâ genişdir. Onun kitâbı, Kur'ân-ı kerîmden sonra, gökden inen kitâbların en iyisidir. Bunun içindir ki, Onun ümmeti, geçmiş ümmetler içinde, Cennete en önce girecekdir. İbrâhîm aleyhisselâmın dîni ve milleti, bütün dinlerin ve milletlerin en üstünü ve yükseği idi. Bunun için, Peygamberlerin en üstününe, Onun milletine uymak emr olunmuşdur. Nahl sûresi, yüzyirmiüçüncü âyetinin, (Sonra, sana bildirdik ki, İbrâhîm aleyhisselâmın milletine tâbi olasın!) meâl-i şerîfi, böyle olduğunu göstermekdedir. Geleceği haber verilmiş olan hazret-i Mehdînin rabbi de, ilm sıfatıdır. Bu da, hazret-i Alî gibi Îsâ aleyhisselâma bağlıdır. Sanki, Îsâ aleyhisselâmın iki ayağından biri, hazret-i Alînin başı üzerinde, ikinci ayağı hazret-i Mehdînin başı üzerindedir.
Mûsâ aleyhisselâmın vilâyeti, Muhammed aleyhisselâmın vilâyetinin sağındadır. Îsâ aleyhisselâmın vilâyeti ise, solundadır. Hazret-i Alî, Muhammed aleyhisselâmın vilâyeti yükünü taşıdığı için, Evliyâ yollarının çoğu Ona bağlıdır. Vilâyetin yüksek derecelerine kavuşmuş olan ve insanlar arasına karışmıyan Evliyânın çoğuna, hazret-i Alînin yüksekliği, hazret-i Ebû Bekrle hazret-i Ömerin yüksekliklerinden dahâ çok bildirildi (radıyallahü teâlâ anhüm ecma'în). Eğer, Ehl-i sünnet âlimleri, bu ikisinin hazret-i Alîden dahâ üstün olduğunu sözbirliği ile bildirmemiş olsalardı, bu Evliyânın çoğu, hazret-i Alînin dahâ üstün olduğunu bildirirlerdi. Çünki, hazret-i Ebû Bekr ile hazret-i Ömerin üstünlükleri, Peygamberlerin üstünlükleri gibidir (a.s). Vilâyet yolunda olanların elleri, o üstünlüklerin eteklerine yetişemez. Bunların, nübüvvetin yüksekliklerinde dereceleri o kadar yüksekdir ki, keşf sâhiblerinin keşfleri, o derecelerin yoluna bile varamaz. Vilâyetin yüksek dereceleri, Peygamberliğin yüksek derecelerine çıkabilmek için merdiven gibidir. Vâsıtanın, aracının, aranılandan ne haberi olabilir? Başta olanlar, sonda bulunanlardan ne anlıyabilir? Peygamberlik zemânı çok uzaklaşdığı için, bugün, bu sözümüz, çok kimseye ağır gelir. İnanmak istemezler. Fekat, ne yapılabilir?
Fârisî
beyt tercemesi:
Ayna arkasındaki papağan gibiyim,
ezelî üstâd ne derse, onu söylerim.
Allahü teâlâya çok hamd ve şükrler olsun ki, bu sözlerimin hepsi, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine uygundur. Onların sözbirliği ile berâberdir. Onların akl ile, ilm ile buldukları, bana keşf yolu ile bildirilmekdedir. Onların kısaca anladıkları, bu fakîre geniş olarak açıklanmakdadır. Resûlullaha uyarak, Peygamberlik makâmının yüksek derecelerine kavuşdurulmadan ve o yüksekliklerden doyurucu bir pay verilmeden önce, iki halîfenin üstünlüklerini, bu fakîre, keşf yolu ile bildirmemişlerdi. Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine uymakdan başka kurtuluş yolu yok idi. Bize doğru yolu gösteren Allahü teâlâya hamd olsun! O, bize doğru yolu göstermeseydi, biz bulamazdık. Rabbimizin Peygamberleri hep doğru söylemişlerdir.
Hazret-i Emîrin (r.a) ismi Cennet kapısının üzerinde yazılı olduğunu öğrenince, Şeyhayn hazretlerinin (r.a) Cennet kapısındaki husûsiyyet ve itibârlarının nasıl olduğunu merâk etdim. Anlamak için çok uğraşdım. Nihâyet anladım ki, bu ümmetin Cennete girmeleri bu iki büyük zâtın emri ve izni ile olacakdır. Sanki Ebû Bekr (r.a) Cennet kapısında durup, içeri girmeğe, izn verecek ve Ömer (r.a) ellerinden tutarak içeri götürecekdir. Bütün Cennetin, sanki Ebû Bekrin (r.a) nûru ile dolu olduğunu his ediyorum. Bu fakîre göre, Şeyhayn hazretlerinin bütün Sahâbe-i kirâm (aleyhimürrıdvân) arasında ayrı bir şân ve üstünlükleri vardır. Başka hiçbirisi, bunlara ortak değildir. Sıddîk (r.a), Peygamber efendimiz (s.a.v) ile sanki aynı bir evin sâhibidir. Farkları, bir evin iki katı arasındaki fark gibidir. Fârûk (r.a) da, Ebû Bekre (r.a) tufeyl olarak, bu devlethânede bulunmakdadır. Diğer Sahâbe-i kirâmın, Server-i âleme (s.a.v) yakınlıkları, sünnet-i seniyyesine uydukları kadar, mahalle komşusu veyâ hemşehri gibidirler. Bunlar, böyle olunca, sonra gelenlerin Evliyâsı, nerede kalır, artık düşünmeli!
Farisî
mısra tercemesi:
Seslerini uzakdan işitmek de büyük nimetdir.
O hâlde onlar Şeyhaynin büyüklüğünden ne anlıyabilirler? Her ikisinin büyüklüğü, o kadar çokdur ki, Peygamberler(a.s) sırasındadırlar. Peygamberlik makâmından başka, bütün üstünlüklerine mâlikdirler. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v) buyurdu ki: (Benden sonra Peygamber gelseydi, Ömer Peygamber olurdu). İmâm-ı Gazâlî buyuruyor ki, halîfe Ömer (r.a) şehîd olunca, Abdüllah ibni Ömer, Sahâbe-i kirâma dedi ki: (İlmin onda dokuzu, Ömer (r.a) ile berâber öldü). Bazılarının bu sözü anlamıyarak durakladıklarını görünce, (İlmden maksadım Allahü teâlâyı bilmekdir. Abdest ve guslün bilgileri değildir) dedi. Ömer böyle olunca Ebû Bekrin büyüklüğü nasıl anlaşılır ki, Ömerin bütün iyilikleri onun bir iyiliğidir. Böyle olduğu, hadîs-i şerîfde bildirilmekdedir. Ömer ile Sıddîk (r.a) arasındaki fark, Sıddîk ile Resûlullah (s.a.v) arasındaki farkdan ziyâdedir. Başkalarının Sıddîkdan (r.a) ne kadar aşağıda olduğunu bundan anlamalıdır. Şeyhayn (r.a) öldükden sonra da, Peygamberimizden (s.a.v) ayrı kalmadılar. Mahşere de onlarla berâber kalkıp gideceğini haber vermişdir. O hâlde efdâliyyet, üstünlük, Ona dahâ yakınlık demek olup, bu da, ikisine mahsûsdur. Bu fakîrliğim ve aşağılığım ile, onların yüksekliğinden ne anlıyabilir ve söyliyebilirim ve üstünlüklerinden ne anlatabilirim? Tozun, dumanın, güneşi anlatmağa gücü yeter mi? Bir damla su, büyük denizleri söyliyebilir mi?
İnsanlara nasîhat etmek, herkese yol göstermek için geri dönmüş olan Evliyâ, hem vilâyet, hem de davet bilgilerini ve kıymetlerini taşıdıklarından, keşflerinin nûru ile ve Tâbiîn ve Tebei tâbiînden ictihâd derecesine yükselen âlimler, hadîs-i şerîflerin derinliklerindeki manâları bulup anlamak ile, Şeyhaynın (r.a) kemâlâtından biraz anlayarak, hakîkatlerinden az birşey ele geçirerek üstünlüklerini bildirmişler ve bunda söz birliği hâsıl olmuşdur. Bu sözlerine uymıyan keşflerin, buluşların yanlış olduğunu söyliyerek bunlara kıymet vermemişlerdir. Bu ikisinin üstünlüğü Sahâbe-i kirâm arasında zâten şöhret bulmuşdu. Meselâ, (Buhâri-i şerîf)de Abdüllah ibni Ömer (r.a) diyor ki, (Biz, Peygamber (s.a.v) zemânında Ebû Bekr gibi kimseyi bilmezdik. Ondan sonra, Ömeri, ondan sonra da Osmânı (r.a) bilirdik, onlardan sonra kimseyi kimseden üstün tutmazdık). Ebû Dâvüdün bildirdiğine göre, yine Abdüllah ibni Ömer (r.a) diyor ki: (Resûlullah (s.a.v) zemânında bizler, en üstün Ebû Bekrdir, sonra Ömer, sonra Osmân (r.a) derdik).
Evliyâlık, Peygamberlikden dahâ yüksekdir sözü, (Erbâb-ı sekr)in, sözüdür. Yanî geri dönmiyen, Peygamberlik makâmının kemâlâtından haberi olmıyan Evliyânın sözüdür. Bu fakîr birçok mektûblarımda, uzun uzadıya bildirdim ki, Peygamberlik, vilâyetin üstündedir. Hattâ Peygamberin kendi vilâyetinin üstündedir. Sözün doğrusu da budur. Bunun aksini söyliyen, Peygamberlik makâmının yüksekliğini bilmiyendir. Evliyâlık yolları arasında Silsile-tüz-zeheb yolu, Sıddîk-i ekberin (r.a) yolu olduğundan, bu yolun yolcuları uyanık olur. Onun için de, yolların en üstünüdür. Başka yoldaki Evliyâ, bunların kemâlâtına nasıl yetişebilir? Onların içyüzünü nasıl anlıyabilir? Bu yolun yolcularının, bu işde kârları müsâvîdir demek istemiyorum. Belki milyonda biri böyle olabilirse nimetdir, seâdetdir. Peygamberimizin (s.a.v) haber verdiği hazret-i Mehdî, vilâyetin en yüksek derecesinde olacağına göre, o da bu yoldan yetişmiş ve bu yolu temâmlamış ve düzeltmiş olacakdır. Çünki bütün vilâyet yolları, bu yoldan aşağıdır ve ulaşdıkları vilâyetlerde, Peygamberlik makâmının kemâllerinden az birşey vardır. Bu yoldan kazanılan Evliyâlıkda ise, Sıddîk-ı ekberin (r.a) yolu olduğu için, o kemâlâtdan pekçok bulunur.
Fârisî
mısra tercemesi:
Gör ki, yollar arasındaki fark ne kadar çokdur.
Hazret-i
Emîr (r.a) Peygamberimizin (s.a.v) vilâyetini aldığı, taşıdığı için,
geri dönmiyen yanî halk arasına
karışmıyan, yanî vilâyetin kemâlâtı kendilerinde fazla bulunan
Evliyânın,
meselâ Kutbların, Ebdâlin ve Evtâdın terbiyeleri onun imdâdı ve yardımı
iledir. (Kutb-ül-aktâb) yanî (Kutb-i medâr) onun emrinde ve
terbiyesindedir.
Fâtıma-tüz-zehrâ ile Hasen ve Hüseyn de bu makâmda hazret-i Emîr (r.a)
ile ortakdırlar.
Peygamberimizin (s.a.v), Eshâbının hepsi (r.a) büyükdür. Her birini
büyük bilmek ve söylemek lâzımdır. Enes bin
Mâlik (r.a) buyuruyor ki, Peygamberimiz (s.a.v) buyurdu ki, (Allahü
teâlâ, bütün insanlar arasından beni seçdi,
ayırdı. İnsanların en iyisini bana Eshâb olarak seçdi. Bunların
arasından
da bana akrabâ ve yardımcı olarak en üstünlerini ayırdı. Bir kimse,
Beni
sevdiği için, bunlara hurmet ederse, Allahü teâlâ, onu her tehlükeden
korur.
Onlara hakâret ederek, Beni incitenleri de incitir). Abdüllah ibni
Abbâs
buyuruyor ki, Resûlullah (s.a.v) buyurdu ki: (Eshâbıma
dil uzatanlara, onları söğenlere, Allah lanet eylesin. Bütün meleklerin
ve insanların lanetleri onların üzerine olsun!)
Âişe-i
Sıddîka (r.a) buyuruyor ki, Resûl (s.a.v) buyurdu ki:
(Ümmetimin
en kötüsü, Eshâbıma dil uzatmağa cesâret edenlerdir).
Eshâb-ı kirâm (aleyhimürrıdvân) arasında olan muhârebeleri iyi sebeblerden, güzel düşüncelerden ileri geldi bilmek, dünyâlık için, menfeat için bilmemek lâzımdır. Çünki, onların ayrılığı ictihâd ve tevîl ayrılığı idi. Hevâ ve hevesden doğan ayrılık değildi. Ehl-i sünnet âlimleri hep böyle söylüyor. Şu kadar var ki, hazret-i Emîr ile muhârebe edenler, hatâ etdi. Hak, hazret-i Emîr (r.a) tarafında idi. Fekat hatâları, ictihâd hatâsı olduğundan, birşey denemez ve dil uzatılamaz. (Şerh-ı mevâkıf) kitâbına göre, Âmidî diyor ki, (Cemel ve Sıffîn vakaları ictihâd yüzünden idi). Ebû Şekûr-i Sülemî, (Temhîd) kitâbında diyor ki, (Ehl-i sünnet vel-cemâate göre hazret-i Muâviye ve Onunla berâber olanlar (r.a) hatâ etmişlerdi. Fekat hatâları, ictihâd hatâsı idi). İbni Hacer-i Mekkî (Savâık) kitâbında diyor ki: (Hazret-i Muâviyenin hazret-i Emîr ile (r.a) muhârebesi, ictihâd sebebi ile idi. Ehl-i sünnet âlimleri böyle biliyor). (Mevâkıf)ı şerh edenin, (Eshâbımızın çoğuna göre, o muhârebeler, ictihâd sebebiyle değildi) sözünde Eshâbımız diyerek, kimleri anlatmak istemişdir? Ehl-i sünnet âlimleri böyle söylemiyor, aksini söyliyor. Büyüklerin kitâbları hep ictihâdda hatâ olduğunu bildirmekdedirler. İmâm-ı Gazâlî ve kâdî Ebû Bekr ve diğer imâmlar bunlar arasındadır. O hâlde Hazret-i Emîr (r.a) ile muhârebe edenlere fâsık, yoldan çıkmış gibi şeyler söylemek câiz değildir.
Kâdî Iyâdın (Şifâ) kitâbında, imâm-ı Mâlik (r.a) diyor ki: (Peygamberimizin (s.a.v) Eshâbından birine, meselâ Ebû Bekre veyâ Ömere veyâ Osmâna veyâ Muâviyeye veyâ Amr ibni Âsa (r.a) söğen ve onları kötüleyen bir kimse, eğer yoldan çıkdılar, kâfir oldular dedi ise, bu kimseyi öldürmelidir. Yok eğer başka bir ayb ve kusûr ile kötüledi ise, şiddetli dövmelidir). Hazret-i Alî (r.a) ile muhârebe edenler, şîîlerin taşkın olanlarının dedikleri gibi, kâfir değildir. Fâsık da değildir. Çünki, Âişe-i Sıddîka (r.a) ve Talha ve Zübeyr ve Sahâbe-i kirâmdan birçoğu onlardandır. Talha ile Zübeyr (r.a) Cemel muhârebesinde, onüçbin kişi ile berâber öldürülmüşdü. Hazret-i Muâviye (r.a) bu zemân işe karışmamışdı. Bir müslimân, bunlara yoldan çıkdı ve günâha girdi gibi sözler söyliyemez. Kalbi bozuk, rûhu pis olan, söyler. Fıkh âlimlerinden bazısı hazret-i Muâviye (r.a) için (Cevr), yanî zulm etdi, demiş ise de, bundan maksadları, hazret-i Emîrin hilâfeti zemânında kendini halîfe ilân etmesi haksız idi, demekdir. Yoksa, yoldan çıkmak ve günâh alâmeti olan zulm demek değildir. Bu sûretle sözleri, Ehl-i sünnet büyüklerinin sözlerine uymuş olur. Bununla berâber, hakîkî din âlimleri, böyle yanlış manâlar anlaşılabilecek sözleri söylemezler. Hazret-i Muâviye için (r.a) zâlim, nasıl denilebilir? Bunun, Allahü teâlânın emrlerini ve müslimânların haklarını gözetmekde âdil bir halîfe olduğunu (Savâık-ul-muhrika) kitâbında, allâme İbni Hacer-i Mekkî yazıyor. Çirkin hatâ da dememelidir. Hatâ sözüne eklenen herşey hatâ olur. Hele lanet sözünü kullanmak, zan ve şübhe ile olsa bile hiç doğru değildir. Böyle sözleri Yezîd için söyleseler yeridir. Fekat, Muâviye (r.a) için söylemek çok şenî, çok çirkin olur. Peygamberimizin (s.a.v), hazret-i Muâviyeye (r.a) hayrlı düâlar etdiğini, hadîs âlimlerinin hepsi söylüyor. Meselâ, (Yâ Rabbî! Ona kitâb, hesâb öğret ve Onu azâbdan koru!) ve bir kerre de, (Yâ Rabbî! Onu doğru yola götür ve doğru yola götürücü yap!) buyurdu. Resûlullahın (s.a.v) düâsının kabûl olunacağı ise şübhesizdir. Eshâb-ı kirâmın herhangi biri için, böyle uygunsuz sözler söylemek hiç iyi değildir. Yâ Rabbî! Unutarak, yâhud yanılarak yapdıklarımızı bizlere sorma! İmâm-ı Şa' hazretlerinin hazret-i Muâviyeyi (r.a) kötülediği yolundaki sözleri de doğru değildir. Böyle birşey olsaydı, Şa'bînin talebesi olan imâm-ı azam Ebû Hanîfenin bu sözleri söylemesi lâzım gelirdi. İmâm-ı Mâlik (r.a), Tebei tâbiîndendir ve hazret-i Muâviyenin (r.a) asrında yaşamışdır. Medîne-i münevvere âlimlerinin en yükseği olduğu muhakkakdır. İşte o büyük âlim, Muâviyeyi ve Amr bin Âsı (radıyallahü teâlâ anhümâ) söğenleri öldürünüz der mi idi? Demek ki, onu söğmeği büyük günâhlardan sayarak söğenleri öldürmeği emr etmişdir. Onu söğmeği, Ebû Bekr ve Ömeri ve Osmânı (r.a) söğmek gibi bilmişdir.
O hâlde
hazret-i Muâviyeyi (r.a) söğmek aslâ câiz değildir.
İyi düşünmek lâzımdır ki; hazret-i Muâviye (r.a) bu işlerde
yalnız başına değildi. Eshâb-ı kirâmın hemen hemen yarısı onunla
berâberdi.
Eğer hazret-i Emîr (r.a) ile muhârebe edenlere kâfir veyâ fâsık
denirse, dîn-i islâmın yarısı yıkılır. Zîrâ dîn-i islâmı dünyâya yayan,
bizlere bildiren onlardır. O hâlde, onları ancak zındık, yanî dîn-i
islâmı
yıkmak için uğraşan kimse kötüler. O muhârebelerin, karışıklıkların
ortaya
çıkması hazret-i Osmânın (r.a) şehâdeti ile başladı. Kâtillerden
kısâs istenmesi ile başladı. Talha ile Zübeyr (r.a) kısâs
gecikdiği için Medîne-i münevvereden çıkdılar. Âişe (radıyallahü anhâ)
de bu işde bunlarla berâberdi. Cemel muhârebesi, hazret-i Osmânın (r.a)
kâtillerine kısâs yapılmasının gecikdiği için oldu. Bu muhârebelerde
onüçbin kişi ve Talha ile Zübeyr (r.a) da öldürüldü. Muâviye (r.a)
sonradan Şâmdan işe karışdı, bunlarla birleşdi. Sıffîn
muhârebesi yapıldı. İmâm-ı Gazâlî diyor ki, bu muhârebeler halîfe olmak
için değildi. Hazret-i Emîrin (r.a) hilâfeti başlangıcında,
kâtillere kısâs yapılması içindi. Allâme İbni Hacer-i Mekkî hazretleri
de, (Ehl-i sünnet böyle buyuruyor) diyor. Hanefî âlimlerinin
büyüklerinden
olan Ebû Şekûr-i Sülemî diyor ki, (Hazret-i Muâviyenin hazret-i Emîr
ile muhârebesi hilâfet için idi (r.a). Çünki, Peygamber (s.a.v) ona,
(İnsanların başına
geçdiğin zemân, onlara yumuşak davran!) buyurmuşdu. Bunu işitdiği
günden
beri içinde hilâfet arzûsu uyanmışdı. Fekat, ictihâdında hatâ etmişdi.
Hazret-i Emîrin (r.a) ictihâdı doğru idi. Çünki, onun hilâfeti
zemânı, hazret-i Emîrin (r.a) hilâfetinden sonra idi. Bundan
anlaşılıyor ki, karışıklığın başlaması kısâsın gecikmesi idi. Sonradan
halîfe olmak fikri de, ortaya çıkdı. Her ne olursa olsun, ictihâd
yerinde
idi. Hatâ eden bir derece, doğru olan iki derece sevâb kazandı. Bu
işde,
bize düşen en iyi yol, Peygamber efendimizin (s.a.v)
Eshâbının (r.a) kavgalarına karışmamalıyız. Bunları konuşmamalıyız.
Peygamberimiz (s.a.v) buyuruyor ki, (Eshâbım arasında olan işlere
karışmayınız!) Yine buyurdu ki, (Eshâbım (aleyhimürrıdvân) konuşulurken
dilinizi tutunuz!) ve bir hadîs-i şerîfde,
(Eshâbım için Allahü teâlâdan korkunuz, Eshâbım için dil uzatmayınız!)
İmâm-ı Muhammed Şâfi'î (r.a) diyor ki: (Allahü teâlâ, ellerimizi
o kanlara bulaşdırmadığı gibi, biz de, dilimizi karışdırmıyalım).
Bundan
anlaşılıyor ki, onlara hatâ etdi demek bile câiz değildir. Hepsi için
hep
iyi ve hayrlı söylememiz lâzımdır.
Evet, alçak Yezîd inâdcı ve fâsık idi. Ona da lanet edilmemesi, Ehl-i sünnetin, kâfir bile olsa bir kişiye lanete izn vermediği içindir. Ancak kâfir olarak öldüğü bilinen kimseye lanet câizdir demişlerdir. Ebû Leheb ve eşi gibi. Yoksa Yezîde lanet edilmemeli, demek değildir. Allahü teâlâyı ve Onun Resûlünü (s.a.v) incitenlere dünyâda ve âhıretde, Allah lanet eylesin!
Zemânımızda
birçok kimse, hilâfet meselesini dillerine dolamışlar.
Sözü evirip çevirip Eshâb-ı kirâm arasındaki muhârebelere getiriyorlar.
Câhillerin yazdığı târîhleri okuyarak ve bidat sâhiblerinin yalanlarına
inanarak, Eshâb-ı kirâmın (aleyhimürrıdvân) çoğunu kötülüyorlar. Onlara
lâyık olmıyan şeylerle lekeliyorlar. Onun için, bu bakımdan bildiğim
hakîkatleri
yazarak dostlarıma göndermeği lüzûmlu gördüm. Peygamberimiz (s.a.v)
buyurdu ki: (Ortalık karışıp, yalanlar yayılıp, dinden
olmıyan şeyler ortaya çıkınca, âdetler, ibâdetlere karışdırılır ve
Eshâbıma (aleyhimürrıdvân) dil uzatılınca, doğruyu bilenler, herkese
bildirsin!
Allahü teâlânın ve meleklerin ve bütün insanların laneti, doğruyu bilip
de, gücü yetdiği hâlde, bildirmiyenlere olsun! Allahü teâlâ, böyle
âlimlerin
ne farzlarını, ne de başka ibâdetlerini kabûl etmez.)
Allahü
teâlâya ne kadar hamd etsek azdır ki, zemânımızın âlimleri hanefî
mezhebindendir ve Ehl-i sünnetdir. Yoksa iş, müslimânlara
çok güç olurdu. Bu büyük nimete şükr etmek her müslimâna lâzımdır.
Ehl-i
sünnet vel-cemâat âlimlerinin sözlerini bildiren kitâbları okuyup,
onlara
uymakdan başka kurtuluş yolu yokdur.