Bu mektûb,
molla Şekîb-i İsfehânîye yazılmışdır.
(Nefehât) kitâbındaki bir yazıyı
açıklamakdadır:
Her hamd
Allahü teâlâ içindir. Salât ve selâm, Peygamberlerin efendisine
ve Onun temiz Âlinin hepsine olsun!
(Nefehât)
kitâbındaki karışık bir sözün
açıklanmasını istiyorsunuz. Bunun için, birkaç kelime yazmağa
kalkışdım.
Kıymetli
efendim!
Ayn-ül-kudât-i Hemedânî, hiç gidilmemiş bir yolda, delîlsiz, rehbersiz gidenler için diyor ki, (Bunlardan birkaçını, bir mağlûb, kendi sığınağına aldı. Sekr hâli, bunlara gölge yapmak için geldi. Aklı başında olanlar, başlarını kaldırdılar). Gidilmiş yol demek, Allahü teâlâ bilir, sülûk yolu demekdir. Bilinen on makâma, birer birer ve her inceliklerine varmak demekdir. Bu yolda, önce nefs tezkiye edilir, temizlenir. Kalbin tasfiyesi bundan sonra olur. Bu yolda hidâyete kavuşmak için, bir rehbere inâbet, yanî bağlanmak lâzımdır. Gidilmemiş yol ise, cezbe ve muhabbet yoludur. Bu yolda, kalbin tasfiyesi, parlatılması önce olur. Nefsin tezkiyesi sonra olur. Seçilenlerin yoludur. Bir rehbere bağlanmak lâzım değildir. Sevilmişlerin ve istenilenlerin yoludur. Birinci yol, sevenlerin ve isteyenlerin yolu idi. Bunlardan çoğu, kuvvetle çekildikleri ve kendilerini muhabbet kapladığı için, âfâkî ve enfüsî şeytânlardan korundular. Şeytânların aldatmasından, yoldan çıkarmalarından kurtuldular. (Bir mağlûb) ve (Sekr) dediği, bu cezbe ve muhabbetdir. Bunların rehberleri yok ise de, Allahü teâlânın ihsânına kavuşmuşlardır. Bu ihsân, onlara yol göstererek, hedefe ulaşdırmışdır. Şüûrlu olanları, yanî çekilmiyenleri ve kendilerini muhabbet kaplamıyanları, rehberleri de olmadığı için, din düşmanları, bunların yolunu kesdi. Helâke sürükledi. Sonsuz olan ölüme yakalandılar. Mağlûblar arasında, o iki Türkmen vardı. Hüseyn Kassâb (rahmetullahi aleyh), bu ikisini, işâret ile bildiriyor ve diyor ki, (Büyük bir kervân ile gidiyorduk. Kervân arasından ânsızın iki Türkmen çıkdı. Hiç gidilmemiş olan yolda ilerlemeğe başladılar) diye, uzun anlatılıyor. Büyük kervânın gitdiği yol, sülûk yolu demekdir. Bu yolda bilinen on makâm, sıra ile bütün incelikleri ile geçilir. Çünki, büyüklerden çoğu, hele eskilerin hemen hepsi, bu yoldan vâsıl olmuşlardır. Bu iki Türkmenin gitdiği ve Hüseyn Kassâbın da katıldığı, o hiç gidilmemiş olan yol da, cezbe ve muhabbet yoludur. Bilinen birinci yoldan dahâ kısadır. Bu yolun başlangıcı, lezzet almak ve râhatlık duymakdır. Bu lezzet, duyguları giderir. Şüûrsuzluğa sebeb olur. Bu hâli, gece olarak göstermekdedir. Bu hissizlik ve insanlardan haberi olmamak, Allahü teâlâ ile huzûra ve Ona şüûra sebeb olduğundan, bu huzûra ve şüûra ay demişdir. Burasını biraz dahâ açıklamak lâzımdır. İyi dinleyiniz:
Cesedi, bedeni idâre eden rûhdur. Bedeni yetişdiren, kalbdir. Ceseddeki kuvvetler rûhdan gelmekdedir. His, duygu da, kalbin nûrundan hâsıl olmakdadır. Cezbe yolunda, kalb ve rûh, Allahü teâlâya dönünce, başlangıcda bedenin idâresi ve terbiyesi azalır. His kalmaz olur. Şüûr işlemez olur. Organların hareketinde gevşeklik olur. İnsan yere yıkılır. Büyük âlim şeyh Muhyiddîn-i Arabî (kuddise sirruh) bu hâle (Fütûhât-i Mekkiyye) kitâbında, rûhun simâ'ı demişdir. Raks ile ve dönerek olan simâ'a da, tabîî simâ demişdir ve bunu sıkı yasak etmişdir. Buradan anlaşılıyor ki, bedendeki duygu ve hareketin azalması, manevî huzûru göstermekdedir. Ceseddeki duygusuzluk rûhun şüûruna alâmetdir. Bunu aya benzetmek uygundur.
Sözümüze dönelim: Ayın kara bulutla örtülmesi demekle, başlangıçda olanların huzûrunu örten insanlık sıfatlarının meydâna çıkmasını anlatmakdadır. İnsanlık sıfatlarının huzûru örtmesi, yolun ortasına kadar devâm eder. Yolun ortasında olanlar, örtüden tâm kurtulamazlar ise de, bu kadar örtülüş yokdur. Belki bunu anlatmak için, (Gece yarısı olunca, ay bulutdan çıkdı. O iki gencin ayak izlerini gene buldum) demekdedir. Çünki, huzûr zemânı olan bast hâlinde yol aydınlanır. Çok ilerlemek olur. Sabâh olunca, yanî o hissizlik ve hareketsizlik gidince ve huzûr kuvvetlenince ve halk ile de karışınca demek istemekdedir. Bu huzûru güneşin doğması diye anlatmakdadır. İnsanın varlığına dağ demekdedir. Bu zemân kendi varlığından haberi olmakdadır. Çünki bu yolda, nefsin tezkiyesi, kalbin tasfiyesinden sonradır. O iki türkmenin cezbeleri kuvvetlenince ve kendilerini muhabbet kaplayınca, bir kahramân gibi ayaklarını insanlık dağının tepesine koydular ve bir sâatde tepeye çıkdılar. Biraz Fenâya kavuşdular. Hüseyn Kassâbda bu cezbe kuvveti olmadığı için, dağın tepesine çok güç çıkabildi. Bu da, o iki türkmenin arkasında gitdiği için oldu. Yoksa kafasını uçururlardı. Askerlerin bulunduğu yer, (ayân-ı sâbite)yi anlatmakdadır. Ayân-ı sâbitede bütün mahlûkların (Teayyün-i hakîkî)leri ve (Teayyün-i İlmî-i Vücûbî)leri birlikde bulunur. Sayısız çadırlar, bu teayyünleri anlatmak içindir. Büyük çadır, (Teayyün-i İlmî-i Vücûbî)yi göstermekdedir. Buna, sultânın çadırı demişlerdir. Hüseyn Kassâb, sultânın çadırını işitince, aranılanı buldum sanarak sekr, şüûrsuzluk bineğinden inmek istedi. Bu merkeb olmadan bu yolda gidilemez. Sağ ayağını dışarı koyarken kulağına bir ses gelerek sultân çadırda yokdur dedi. Doğrusu da böyledir. Hüseyn Kassâbı çeken kuvvet yokdur. Ufak bir müjde ile sekr hâlinden çıkdı. İki türkmen ise, kuvvetle çekildikleri için ve kendilerini muhabbet kaplamış olduğu için, bu gibi müjdelerle aldanmadılar ve kahramânca yukarı çıkdılar. Hüseyn Kassâb, bin sene dahâ beklese, sultânı çadırda hiç bulamaz. Çünki Hak teâlâ, ötelerin ötesidir. Sağ ayak demesi, rûhu anlatmakdadır. Çünki, hiç gidilmemiş olan bu yolda, kalb ve rûh ayakları ile gidilir. İlm ve ibâdet ile gidilmez. İlm ve ibâdet sülûk yolunda işe yarar. Sekr hâlinden önce çıkan rûhdur. Sonra kalb çıkar. Sol ayak kalbi göstermekdedir. Sultân oturmuşdur ve ava gitmişdir demek, güzel aynalarda, güzel yerlerde yerleşmişdir ve âşıkların gönüllerini avlamağa gitmişdir demekdir. Bu ses ve böyle söylemek, Hüseyn Kassâba anlatabilmek için idi. Onun anlayabileceği gibi söylenmişdi. Yoksa, Allahü teâlâ için oturmak ve ava gitmek gibi şeyler söylenemez.
Fârisî
beyt tercemesi:
(Yokdur) ve (odur) gibi sözler,
O makâmdan geri dönerler.
(Nefehât)da
(Ayn-ül-Kudât-i Hemedânî)den alarak yazılmış olan bu sözlerden
başka şeyler de anlaşılıyor ve Hak teâlânın birliğine ve büyüklüğüne
dahâ
uygun oluyor. Her ne kadar, o makâma tâm uygun değil ise de,
başkalarından
dahâ uygundur. Şöyle ki, vâhidiyyet mertebesinin üstündeki teayyün-i
evvel
olan vahdet mertebesine oturmuşdur. Vahdet mertebesinde ilmî ve aynî
teayyünlerin
hepsi yok olduğu için, hayvanların ve kuşların yok edildiği ava
benzetilerek,
ava gitdi buyurulmuşdur. Şeyh Muhammed Maşûk-i Tûsî ve Emîr Alî Abûr,
Sultânın avlandığı yere giderek, ona av oldular. Maşûk-i Tûsî dahâ önde
gitdi ve dahâ yaklaşdı. Hüseyn Kassâb, sultânın geri döneceğini
sanarak,
(Vâhidiyyet) çadırlarında kaldı.
Yukarıdaki sözlerden ne anlaşılacağını doğru olarak ancak Allahü teâlâ
bilir. Tesavvuf yolunun büyükleri (kaddesallahü teâlâ esrârehüm) hiç
gidilmemiş
olan yolu seçmişlerdir. Bu bilinmeyen yol, bu büyüklerin meşhûr kolay
yolu
olmuşdur. Kıymetli teveccühleri ve idâreleri ile, herkesi bu yoldan
kavuşdurmuşlardır.
Rehber olan pîrin edebleri ve emrleri gözetilirse, bu yol hep
kavuşdurur.
Bu yolda, ihtiyârların, gençlerin, kadınların ve çocukların
kavuşmasında
hiç başkalık yokdur. Hattâ ölüler bile bu nimete kavuşmayı umarlar. Behâüddîn-i
Buhârî (kuddise sirruh) buyurdu ki, (Hak teâlâdan elbette
kavuşduran bir
yol istedim). Hâce hazretlerinin birinci talebesi olan hâce Alâüddîn-i
Attâr (kuddise sirruh) hazretleri, bunun için buyurdu ki,
Fârisî
beyt tercemesi:
Kapıcının incinmesi olmasaydı,
Açardım bütün cihân kapılarını.
Allahü
teâlâ, hepimizi bu büyüklerin yolunda bulundursun! Vesselâm!